24 Haziran 2015 Çarşamba

OKUL ORTAMINDA " FİLM TERAPİ " UYGULAMALARI BİR ATÖLYE / WORKSHOP ÇALIŞMASI

. OKUL ORTAMINDA " FİLM TERAPİ " UYGULAMALARI  
  BİR ATÖLYE / WORKSHOP ÇALIŞMASI                                              
. ÖĞRENCİLER İLE BİRLİKTE FİLM GÖSTERİMLERİ VE PSİKOTERAPÖTİK ANALİZLER
  KONAK ANADOLU İHL PDR SERVİSİ PROJE KOD: UW-015 / V1.v.2D

 
ÖNSÖZ

2014-2015 Eğitim ve Öğretim Yılı’ nda Konak Anadolu İmam Hatip Lisesi ve Hisar Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencileri ile Film Terapi Uygulaması / Atölye Çalışması – Workshop için KONAK & HİSAR KIZ ANADOLU İHL PDR Servisi olarak KOD: UW-015 / V1.v.2D no'lu bir proje hazırladık ve okul yönetiminin oluru ve desteği ile uygulamaya koyduk. Proje uygulaması 2015-2016 Eğitim ve Öğretim Döneminde de devam edecektir.

Projeye verdikleri maddi ve manevi destekten dolayı başta okul müdürü Sayın Ali KAYA olmak üzere, okul Md.Yrd. Sayın Rukiye DOĞRU ile tüm okul yöneticisi ve öğretmenlerimize özel teşekkürü PDR Servisi uzmanları olarak bir borç biliriz.
 
AMAÇ VE KAPSAM

Projenin amacı öğrencilerin psikopatolojik yapılarını ön plana çıkarmak ve teşhis koyup etiketleyip, tasniflemek olmayıp, öğrencilerde Psikolojik Sorunlar ve Hastalıklar hakkında bilgilenme ve iç-görü kazanmalarını amaçlamaktadır. Ayrıca bir diğer önemli amaç toplumda birlikte yaşadıkları Engelli Bireyler hakkında bilgi ve iletişimlerinde farkındalık geliştirebilmeleridir.

Proje okulumuzun tüm Hazırlık, 9. 10. 11. ve 12. sınıf öğrencilerini, okulumuzda görev yapan tüm branşlardaki öğretmen ve okul idarecilerini kapsamaktadır.

HEDEFLER

Okul Ortamında Film Terapi Uygulaması Bir Atölye Çalışması-Workshop hedefleri;

 
1-      Öğrencilere 1 eğitim ve öğretim yılı süresince konu ve içerik analiz ve tasnifi yapılmış en az 5 film izlettirmek ve bu filmlerin psikoterapötik analizlerini içeren atölye çalışmaları / workshop ‘ larını interaktif uygulama süreci ile gerçekleştirmek.

2-      Öğrencilerde zaman, mekan, olay algılarını geliştirerek, davranış ve olaylara neden-sonuç ilişkisi üzerinden bakarak analitik düşünce kazanmalarını sağlamak.
3-      Toplumda Engelli Bireylerin % 10 gibi oldukça yüksek bir oranda olduklarını bilmek ve onların yaşam koşullarının iyileştirilmesinde aktif olarak kamuoyu gücü oluşturmak.
4-      Engel Grupları hakkında detaylı bilgi sahibi olmalarını ve Engelli Bireyler ile birlikte yaşama beceri ve kültürlerini geliştirmek.
5-      Kendi ruh ve beden sağlıklarının korumalarının önemini ve yollarını bilmek, bu konuda gerekli kişisel ve profesyonel önlemleri almak.
6-      Okul ve yaşadıkları çevreye uyumlarını, kişisel, iletişim ve sosyal becerilerini geliştirmek ve kendi potansiyelleri hakkında doğru değerlendirmelerde bulunmalarını sağlamak.
 
YÜRÜTME

Bu proje okul müdürü himayesinde, ilgili şubelerin müdür yardımcıları ve okul PDR Servisi uzmanlarınca, okulun Dolby Dıgıtal - Dolby Prologıc Surround II – AudıoVısual donanımlı Okul Konferans Salonu ve Okul Cep Sineması’ nda yürütülmektedir.

FİLM TERAPİ HAKKINDA

Film terapisi, sinema filmlerinin psikoz bozukluklar haricinde bazı psikolojik sorunların tedavisinde kullanılması yöntemine dayanan bir “Grup Uygulaması” dır.

Tarihçe

Yöntem, ilk olarak Gary Solomonn 1995 yılında yayınlanan The Motion Picture Prescription: Watch This Movie and Call Me in the Morning: 200 Movies to help You Heal Life's Problems adlı eseriyle öne sürüldü. College of Southern Nevada'da psikoloji profesörü olan Solomon, kitabında 200 kadar filmin oyuncu kadrosu, hikâyesi, terapide kullanılacak iyileştirici temaları ve yorumlarıyla birlikte ele almıştı. Film terapisini terapi seanslarında ilk uygulayanlar ise ABD'li psikiyatrist çift David Cambronne ve Jan Hasley oldu.

Kullanımı

Uzman eşliğinde rahatsızlığın türüne göre seçilen film izlendikten sonra uzman, kişiyle film hakkında konuşmakta ve hikâye ve karakterlerin davranışlarıyla kişinin karşı karşıya kaldığı sorunların önce açığa çıkarılması sonra giderilmesi amaçlanmaktadır. Film veya kliplerini, depresyon, huzursuzluk, öfke, sinirlilik ve korku faktörlerinin iyileşmesinde yardımcı metot olarak kullanılmaktadır.

Film terapisinde psikiyatristler, psikologlar, terapistler, akademisyenler, eğitimciler 8-12 kişilik hasta gruplarına onların ihtiyaçlarına göre örneğin ilişkilerindeki sorunları, bağımlılıkları veya yaşadıkları travmalarına yönelik temaları içeren filmleri seyrettirirler. Haftada bir gerçekleştirilen seanslarda katılımcıların gösterdikleri gelişmeler uzman tarafından kayıt altına alınır.

Film terapisi, bilişsel ve davranışsal yaklaşımlar için destekleyici, tedaviyi destekleyici, hızlandırıcı bir araç olarak da kullanılmaktadır. Terapide hikâyeler, mitler, espriler ve rüyalara benzer şekilde kullanılabilen metaforlar olan filmler hastanın bilişsel yapısını anlamayı kolaylaştırmakta ve aynı zamanda izlediği filmdeki davranışa öykünerek tedaviye daha açık olmaktadır.

Konu hakkında bir de kitabı bulunan psikiyatrist Fuat Ulus'a göre filmi seyrederken düşünce, his ve inançlarımızın projeksiyon denilen bir yansıtma mekanizmasıyla filmdeki olay ve karakterlere ulaşmakta, karakterlerle özdeşleşerek (identifikasyon) ya algılamakta ya da reddetmekte ve farkında olmadan karakterlerin yerine geçmekte, daha sonra introjeksiyon denilen bir başka bilinçaltı akım ile olayları kendi dünyamıza çekmekteyiz. Film bittiğinde ise öğrendiklerimizle öfke, huzursuzluğumuz ve depresyonumuz da hafiflemeye başlamaktadır. Ulus kaliteli bir psikolog elinde filmlerin bir ilaç kadar tesir edebileceğini de öne sürmektedir.

FİLM TERAPİ UYGULAMA

Belli periyotlarda, belli bir sinema filmi seçilerek, belli psikopatolojik gruplardan insanlara izlettirilen, film sonunda uzmanların katılımlarıyla gerçekleştirilen seanslara “ Filmterapi ” demekteyiz. Burada amaç filmdeki konuyla ilgili uygun grupların ayarlanması ve bu kişilere beyaz perdede filmi izlettirmek temel alınmaktadır. Akabinde grup terapisine benzer bir yöntem ile uzmanların yönlendirmesi ve soru-cevap şeklinde katılımcıların filmle ilgili fikir, görüş, düşünce ve duygularının aktarılması istenir. Filmde kendilerine en yakın hissettikleri karakterlerin yanı sıra, filmin hangi sahnelerinden ne kadar etkilendikleri konusuna kadar birçok soru sorulur ve ön planda katılımcının aktif olduğu bir süreç olarak tarafımızdan uygulanmaktadır.

Filmterapi için seçilen filmin salonda bulunan kişilerin durumlarıyla yakından ilgili olmadır ki, bu aşamada katılımcıların analizlerinin iyi yapılmış, öykülerinin tam anlamıyla alınmış olması koşulu kaçınılmaz olmaktadır. Aksi halde kişi neden şuan da diğer insanlarla birlikte olduğunu sorgulamak isteyecektir.

Analizi yapılmış iyi şekilde yapılmış olan kişilerin, filmde hangi kareleri ve hangi karakterleri kendine yakın bulacağıyla ilgili, Filmterapi ye katılan uzmanın bir öngörüsü hali hazırda zaten bulunmaktadır. Dolayısıyla film sonunda danışanlarının görüşlerini alan uzmanlar bir nevi teyit aldıklarını görüyor olmaları işin en keyifli kısımlarındandır.

Kişiler kendileriyle ilgili kareler buldukları filmi anlatırlarken, bundan keyif aldıklarını belli ederler ve her sinematerapi seansından sonra kişilerdeki o rahatlamış olma durumunu sezebilmeniz mümkün olabilmektedir.

Temel amaçlardan birisi de kişiye içgörü kazandırmaktır. Çünkü Filmterapi için seçilen filmler bu yönde ve bu temele dayalıdır. Örneğin, halihazırda sosyal fobikler için seçilmiş bir filmi bu gruptaki insanlara izlettirerek önce kendilerini perdede görmelerini sağlamak ikincil amaçken, birincil amaç filmterapi sonunda kalabalık ortamda konuşmalara katılımını sağlamaktır. Onların kendilerini ifade edebilmeleri için filmden aldıkları doneleri kullanmalarını sağlayarak sosyalleşme konusunda ilk adımların atılmaya başlanmasını sağlayabilmekteyiz.

Filmterapi her gruptan danışan ve hasta gruplarına uygulanabilen etkin ve terapi sürecine ciddi katkı sağlayan bir yöntemdir.

Eleştiriler

İtalyan psikiyatr Massimo Fagioli gibi bazı uzmanlar sinemanın gündelik hayattan uzaklaşmayı sağlamakla birlikte depresyon gibi ciddi rahatsızlıkların tedavisinde kullanılamayacağını belirtmektedirler.

Konu hakkındaki yayınlar

Kitaplar

  • Gary Solomon, 'Motion Picture Prescription: Watch This Movie and Call Me in the Morning, Aslan Publishing, Santa Rosa Claifornia, 1995
  • John ve Jan Hesley, Rent Two Films and Let's Talk in the Morning: Using Popular Movies in Psycotherapy, New York: John Wiley & Sons, 1998
  • Glen ve Krin Gabbard, Psychiatry and The Cinema, London, England: American Psychiatric Press, 1999
  • Nancy Peske ve Beverly West, Cinematherapy: The Girl's Guide to Movies for Every Mood, New York: Dell, 1999
  • Glenn Gabbard, Psychoanalysis & Film. London, England: H. Karnac, 2001
  • Fuat Ulus, Movie Therapy, Moving Therapy, Not Avail, 2003
  • Michael A. Kalm, The Healing Movie Book - Precious Images: The Healing Use of Cinema in Psychotherapy. Lulu Press, 2004
  • Danny Wedding ve Mary Ann Boyd, Movies & Mental Illness: Using Films to Understand Psychopathology, Ashland, OH: Hogrefe & Huber, 2005
  • Birgit Wolz, E-Motion Picture Magic: A Movie Lover's Guide to Healing and Transformation. Centennial, Colorado: Glenbridge, 2005
  • David Robinson, Reel Psychiatry: Movie Portrayals of Psychiatric Conditions . Port Huron, Michigan: Rapid Psychler Press, 2005
  • Faruk Gençöz (editör), Psinema: Sinemada Psikolojik Bozukluklar ve Sinematerapi. Ankara: Hekimler Yayın Birliği, 2007

Makaleler

  • Gençöz, F., Aka, B.T. (2007) Sinema tadında psikoterapi: Sinematerapi. Bilim ve Teknik Dergisi, 40 (473), 58-61.
  • Gençöz, F. (2006) Sinemada psikolojik bozukluklar: Psinema. Bilim ve Teknik Dergisi, 39 (458), 82-86.
  • Aka, B. T. & Gençöz, F.(Baskıda) Sinematerapinin Mükemmeliyetçilik ve Mükemmeliyetçilikle İlgili Şemalar Üzerindeki Etkisi. Türk Psikoloji Dergisi.
  • Gençöz, F. (2008). Sinema Filmlerinde İntihar: Araştırma, Eğitim ve Sinematerapi. Kriz Dergisi, 16(2), 1-9.
  • Gençöz F. (2007). Sinema Filmlerinden Psikolojik Fayda Sağlamak. Güncel Psikoloji ve Psikiyatri Dergisi, 3(Yaz), 52-56.
  • Gençöz, F. (2007). Sinema, Duygular ve Sinematerapi. Popüler Bilim Dergisi, 163, 20-24.
  • Gençöz, F. (2007). Psikoloji, Psikiyatri, Psikoterapi, Sinema: Psinema. Güncel Psikoloji ve Psikiyatri Dergisi, 2 (Bahar), 52-55.
 
 
 


1- KELEBEK ETKİSİ / THE BUTTERFLY EFFECT
 
 
The Butterfly Effect Official Trailer HQ
 
Kelebek Etkisi (Özgün adı: The Butterfly Effect), 2004 yılı ABD yapımı bir dram, bilim kurgu ve gerilim filmi. Başrollerini Ashton Kutcher, Amy Smart, Eric Stoltz paylaşmaktadır.

KONU

Evan Treborn doğuştan zihinsel sorunları olan bir çocuktur. Kötü olaylar yaşamış fakat gidip gelen hafızası yüzünden bu olayları tam olarak hatırlayamamaktadır. Zaman geçer, Evan artık bir yetişkin olur ve hafıza sorunu olmadan gayet normal bir yaşantı sürer. Bir gün küçüklüğünde sorunu çözmek için tuttuğu günlüklerden birini tesadüfen okur ve zamanda yolculuk yaparak yarım anılarının hatırlayamadığı karanlık kısmına döner. O anda değiştirdiği olaylar bulunduğu zamandaki yaşantısını etkileyecek ve geri döndüğünde kimsenin zarar görmediği normal bir hayat için mücadele verecektir.

OYUNCULAR VE KARAKTERLER

 
FİLMİN PSİKO-SOSYAL ANALİZİ
 
Bilim insanı tanımlarken şöyle der: Her birey biriciktir (unique), hepsi farklı farklı özelliklere sahiptir. Duyguları, düşünceleri, alışkanlıkları, yaşam tarzları, beklentileri, hedefleri vs. her insanın farklıdır. Bir de şöyle düşünün; bir insan var ki tektir ancak o tek bedende iki veya daha fazla kişilik veya kimlik vardır. Gerçek kişiliğinden diğer kişiliğe geçtiğinde ise asıl kişiliğinden haberdar olmayan, onun yaptıklarını hatırlamayan ayrı bir kişilik veya kişilikler mevcuttur. Gerçek kişiliği gayet uyumlu, sosyal kurallara uyan, insanları seven biriyken diğer kişiliğe geçtiğinde antisosyal olabilen, uyumsuz, suç işleyen, asıl kişiliği suça teşvik eden, onu yapmak istemediği şeyleri yapmaya zorlayan başka bir kişilik daha mümkün olabiliyor bu tek bedende. Ve bu değişiminin altında bilinmeyen şeyler ya da bastırılmış ruhsal, cinsel veya fiziksel kötüye kullanımlar söz konusu olabilir.

Evet anlatmaya çalıştığımız kişiliğe Dissosiyatif (Çoğul) Kimlik Bozukluğu diyoruz. Kişi özünde tektir ancak birden fazla kimlik ya da kişiliklere (alter) sahiptir. Diyelim ki kişi dissosiyatif kimlik bozukluğuna sahip ve 3 tane alteri var. Bu 3 alter cinsiyet farklılığı, ırk farklılığı gösterebilirken aynı zamanda benzer karakteristik özellikler de sergileyebilir. Bu bozukluk daha çok ergen ve erken yetişkinlik döneminde baş gösterirken, çocuklukta yaşanan ruhsal ve fiziksel kötüye kullanım başlıca nedeni olarak bozukluğun etiyolojisinde rol oynamaktadır. Ayrıca yine çocuklukta yaşanan bir ensestin de bu bozukluğa neden olabileceği bir takım araştırmalarca belirlenmiş ve literatüre geçmiştir.
 
Çocuklukta yaşanan cinsel bir kötüye kullanım olayı düşünelim. Örneğin çocuk birinci dereceden bir yakını tarafından tacize uğruyor ve bu taciz olayının onda yarattığı travmayı yenme adına bilinçaltında bir bölünme gerçekleşiyor dolayısıyla kişi gerçek kimliğini değil onu bu acı ve öfke veren olayı göğüsleyebilecek, o olaya tepki verebilecek bir başka kimlik oluşturmasına neden oluyor. Genellikle kendinde oluşan bu alter aslında tacize uğramamış ve uğramayacak bir kişi olarak çıkar. Bazen durum o kadar içinden çıkılmaz hale gelmeye başlar ki, alter denilen ayrı kişiliğin asıl kişiliğin yerine geçmek için asıl kişiliği intihara teşvik ettiği anlar bile yaşanır. Bu yüzden bu grupta öz kıyım veya öz kıyıma teşebbüs öyküleri bizler tarafından çok sık rastlanan semptomlar arasında yer almaktadır. İşin en ilginç yanı ise bu kişiliklerin birbirlerinden haberdar olmamaları ve birinin yaptığını diğerinin hatırlamamasıdır.
 
Bu bozuklukla ilgili bir takım tedavi yaklaşımları vardır. Bunlardan en etkilisi hipnoterapi olarak bilinir. Asıl amaç hipnoz esnasında bütün kişilikleri bir araya toplamak ve bir ego bütünlüğü oluşturmaktır. Ancak hipnoz esnasında beklenmedik olaylarla karşılaşabiliyoruz. Örneğin alterler arası geçişlerde beklenmedik tepkilerle karşılaşılabiliyor. Asıl kişilik normalde sessiz sakin biriyken, diğer alter bunun tam tersinde bir kişiliktir. Hipnoz seansı sırasında ego bütünlüğüne yaklaşmak istemeyen alter birden küfretmeye, fiziksel şiddete başvurmaya ya da sorularınıza cevap vermemeye başlayabilir. Hatta terapisti aşağılamaya, ona hakaret etmeye ve aşırı direnç göstermeye başlar. Siz eğer kişinin gerçekten çoğul kimlik bozukluğu tanısı olduğuna inanıyor ve hipnoz esnasında diğer alterleri seansa dahil edebiliyorsanız şunu deneyin: Önce asıl kimliğe bürünmesini isteyin ve önüne beyaz bir kağıt koyup adını yazıp imzalamasını isteyin, daha sonra diğer altere geçişi gerçekleştirin ve aynı uygulamayı bu sefer onun için yapın, daha sonra varsa diğer bir altere geçin ve yine aynı uygulamayı yaptırın. Burada asıl amaç tanıda yanılmamak ve alterlerin bu olaya nasıl tepki verdiğini görmektir. Böylece uyumlu olan alter veya alterlerle gerçek kimliği tek bir egoda buluşturun ve çoğunluğu sağlayın. Çünkü yanınıza ne kadar fazlasını alırsanız uyumsuz alteri de yanınıza çekmek o kadar kolay olacaktır. Yine bir örnek üzerinden gidecek olursak, 3 alterli bir vaka düşünün, bu alterlerden bir tanesi hiçbir anlaşmaya varmıyor ve sürekli direnç gösteriyor. Siz diğer alterlerin uyumlu olup olmadığını az önce söylediğim uygulama sayesinde bulup onları yanınıza alın ve hepsini tek güç yapıp dirençli ve uyumsuz olan alteri de yanınıza çekme planınızı gerçekleştirebilirsiniz.
 
Hipnozun yanı sıra ilaç destekli görüşme tekniklerini kullanarak iç görüye odaklı psikoterapiler de alternatifler arasındadır. Ancak antipsikotik ilaçlar hastada kısmen endike değildir. Bu kişilerde komorbidite (bir kişide birden fazla patolojik durumun asıl bozukluk veya hastalığa eşlik etmesi) söz konusu olabilir. Örneğin disosiyatif kimlik bozukluğu olan hastalarda aynı zamanda mental problemler, duygu durum bozuklukları ve başka kişilik bozuklukları görülebilmektedir dolayısıyla disosiyasyona eşlik eden bir psikotik bozukluğun veya bir maninin tedavisi için antipsikotik ilaçların desteği gerekmektedir.
 
Sonuç olarak Dissosiyatif Bozuklukların içinde Dissosiyatif Amnezi, Dissosiyatif Fug, Depersonalizasyon Bozukluğu, Histerik Psikoz gibi alt tipler vardır. Biz ise bunlardan en ciddi olduğunu düşündüğümüz Dissosiyatif Kimlik Bozukluğunu ele almaya çalıştık. Esasında bu konu sayfalarca anlatılması gereken bir konu ancak en kısa şekilde ana hatlarıyla anlatmayı ve sizlere sunmayı amaçladık.

DİSSOSİYATİF BOZUKLUKLAR





 
Sağlıklı bir ruh halinde, kişi bir insan olarak bir tek temel kişilikte bölünmez bir kendilik duygusuna sahiptir. Dissosiyatif bozuklukların temel işlev bozukluğu, bilincin bölünmez durumunun yitimidir; kişi, kişilik eksikliği veya kişiliğinden yada birden fazla kişiliğe sahip olmaktan kaynaklanan karmaşa hisseder. 

Dissosiyasyon, travmaya karşı kendini savunma olarak ortaya çıkar.







 
Dissosiyatif amnezide anahtar semptom, hastanın belleğinde depolanmış bilgilerin hatırlanamamasıdır. Unutulmuş bilgiler genellikle kişinin yaşamındaki stresli ya da travmatik olaylarla ilgilidir. Bilgiyi anımsayamama basit bir unutkanlıkla açıklanamaz ve altta bir beyin bozukluğu bulgusu yoktur. Yeni bilgiler öğrenme yetisi korunur. 

Dissosiyatif amnezinin yaygın bir şekli, birinin kişisel kimlikte ilgili amnezi göstermesidir, ancak genel bilgi ile ilgili bellek etkilenmez. 


Hemen hemen tüm dissosiyatif bozukluklarda görüldüğünden amnezi en yaygın dissosiyatif semptomdur. 


Dissosiyatif amnezi erkeklere göre kadınlarda ve yaşlı erişkinlere göre genç erişkinlerde daha sık ortaya çıktığı tahmin edilir. Bozukluk genellikle stresli ve travmatik olaylara eşlik ettiği gibi, sıklığı muhtemelen savaş sırasında ve doğal afetlerde artar. 


Başlangıç sıklıkla anidir ve hastalar genellikle belleklerini kaybettiklerinin farkındadırlar. Amnestik hastalar genellikle amnezinin ortaya çıkışından önce ve sonra uyanıktırlar. Dissosiyatif amnezideki amnezi birkaç şekilde görülebilir; (1) Sınırlı amnezi, en sık tiptir ve kısa bir süredeki (birkaç saat ile birkaç gün) olaylarla ilgili bellek yitimidir. ; (2) yaygın amnezi, tüm yaşam deneyimleriyle ilgili bellek yitimidir. ; (3) Seçici (sistematik olarak da bilinir) amnezi, kısa bir süredeki tüm olayların değil de bir kısmının bir kısmının anımsanmamasıdır. 


Geçici tam amnezi; uzak bellekten ziyade yakın belleği etkileyen akut ve geçici retrograd amnezidir. Hastalar genellikle amnezinin farkında olmalarına karşın, geçici tam amnezi epizotlarının genellikle 6-24 saat sürdüğü dönemlerde oldukça karmaşık ruhsal ve bedensel eylemleri yinede yapabilirler. 


Bozukluğun iyileşmesi genellikle tamdır. Geçici tam amnezi sıklıkla limbik orta hat beyin yapılarının etkileyen geçici iskemik ataklarda ortaya çıkar. Dissosiyatif amnezide hasta kişisel kimliğini yitirmiştir; geçici tam amnezide ise sağlam kalır. Geçici tam amnezinin vasküler olaylarla ilişkisinden dolayı, bozukluk 60-70’li yaşlarda en yaygındır.




 


 

 

 
Dissosiyatif fügü olan hastalar, bildik evlerinden veya iş ortamlarından bedensel olarak uzaklaşırlar ve önceki kimlik özelliklerini (ad, aile, iş) anımsayamazlar. Bu hastalar kesin olamamakla birlikte sıklıkla tamamıyla yeni bir kimlik ve iş edinirler. 
 
Dissosiyatif füg nadir görülür ve dissosiyatif amnezide olduğu gibi en sık savaş sırasında, doğal afetlerden sonra ve yoğun iç çatışmalara (örneğin, evlilik dışı ilişkiler) eşlik eden kişisel krizlerin sonucunda ortaya çıkar. 
 
Başlıca güdeleyici etkenin emosyonel olarak acı veren yaşantılardan kaçınma isteği olduğu görülür. 
 
Dissosiyatif füg tanısı semptomların ani başlamasını gerektirir. DSM-IV, kişinin kimliği konusunda konfüze olmasını ya da yeni bir kimliğe bürünmesini gerektirir. 
 
Hastalar maksatlı bir şekilde gezerler, genellikle evlerinden günlerce uzak kalırlar. Bu dönem boyunca geçmiş yaşantı ve ilişkilerinde tam amneziye sahiptirler, ancak dissosiyatif amnezli hastaların aksine, genelde her şeyi unuttuklarının farkında değillerdir. Birden bire önceki kimliklerine döndüklerinde, füg başlangıcı öncesi zamanı hatırlasalar da füg dönemlerinde amnestik kalırlar. 
 
Dissosiyatif füg hastaları sessiz, sade ve her şeyden elini eteğini çekmiş gibidirler, basit işlerde çalışırlar gösterişsiz yaşarlar ve genelde dikkatleri üzerlerine çekmezler. 
 
Füg genellikle kısa-saatler veya günler sürer. Daha az sıklıkta füg, aylarca sürer ve binlerce kilometreyi içeren geniş seyahatleri kapsar. Genellikle, iyileşme kendiliğinden ve hızlıdır ve nüksler seyrektir. 
 
Psikoterapi, genellikle hastaların sağlıklı ve bütünleyici bir şekilde ruhlarıyla başlatıcı stresörleri bağdaştırmalarında yardımcı olduğundan endikedir.
 
 
 
 
 
 
Genellikle çoğul kişilik bozukluğu adıyla da bilinen dissosiyatif kimlik bozukluğu DSM-IV’ teki adıdır. Dissosiyatif kimlik bozukluğu kronik dissosiyatif bozukluktur ve hemen hemen değişmez bir şekilde travmatik bir olaya, genellikle çocukluk dönemi fiziksel veya cinsel kötüye kullanımına bağlıdır. Dissosiyatif kimlik bozukluğu olan kişiler iki veya daha fazla farklı kişiliğe sahiptir ve her birinin tutum ve davranışları dominant kişilik tarafından belirlenir. 
 
İyi kontrollü araştırmalar, genel psikiyatrik hastane girişlerinin %0,5-2’sinin dissosiyatif kimlik bozukluğu tanı ölçütlerini karşıladığını ve hatta tüm psikiyatrik hastaların %5’ inden çoğunun dissosiyatif kimlik bozukluğu olduğunu bildirmişlerdir. Rapor edilen örneklerin %90-100’de dissosiyatif kimlik bozukluğu tanısı konan hastaların çoğunluğu kadındır. 
 
Hastalar genellikle tanıdan 5-10 yıl öncesine kadar semptomlara sahip olmasına rağmen, ortalama tanı yaşı 30 olmakla birlikte, bozukluk geç ergenlik ve genç erişkin yaşamda en sıktır. Dissosiyatif kimlik bozukluğu semptomları sınır kişilik bozukluğunda görülene benzerdir ve iki bozukluk arasında ayrım zor olabilir. 
 
Dissosiyatif kimlik bozukluğu olan hastalarda özkıyım girişimleri yaygındır ve bazı araştırmalar dissosiyatif kimlik bozukluğu olan tüm hastaların 2/3 kadarının hastalıklarının seyri sırasında özkıyıma giriştiklerini bildirmişlerdir. 
 
Dissosiyatif kimlik bozukluğunun nedeni, hastaların öykülerinde hemen hemen sabit olarak (%100’ e yaklaşan oranda), özellikle çocukluk döneminde, travmatik bir olay olmasına karşın bilinmiyor. Travmatik olay genellikle çocukluk dönemi fiziksel veya cinsel kötüye kullanım genellikle insestdir. 
 
Dissosiyatif kimlik bozukluğu tanısı en az iki farklı kişilik durumunun olmasını gerektirir. 
 
Dissosiyatif kimlik bozukluğundaki ortalama kişilik sayısı 5–10 arasındadır. Sıklıkla, tanıda sadece 2 veya 3 kişilik bulunur; diğerleri tedavi sırasında tanınır. 
 
Bir kişilikten diğerine geçiş genellikle ani ve dramatiktir. Hasta genellikle, her bir kişiliği süresince diğer kişiliğin baskınlığı sırasında yer alan olaylara ve diğer kişiliklerin varlığına amneziktir. 
 
Genellikle sunulan kişilik tedavi için bulunan ve hastanın yasal adını taşıyan kişiliktir. 
 
Kişilikler her iki cinsten, çeşitli ırk ve yaşlardan ve hastanın ailesinden farklı soydan ailelerden olabilir. En sık ikincil kişilik çocuksudur. 
 
Dissosiyatif kimlik bozukluğu, 3 yaş gibi küçük çocuklarda gelişebilir. Bozuklukta kadın üstünlüğü olmasına karşın etkilenen çocuklarda, kızlara göre erkek çocuklarda daha çoktur. Ergenlerde dişi üstünlüğü oluşur. Etkilenen dişi ergenlerde iki semptom örüntüsü gözlenmektedir. Bir semptom örüntüsü gelişigüzel kaotik bir yaşam, drog kullanımı, somatik semptomlar ve özkıyım şeklindedir. İkinci örüntü çekingen ve çocuksu davranışlarla belirlenir. 
 
Dissosiyatif kimlik bozukluğunun daha erken başlaması prognozunu kötüleştirir. Bu bozukluk, dissosiyatif bozuklukların en ciddisi ve kroniğidir ve genellikle iyileşme tam değildir. Ayrıca bireysel olarak kişiliklerin kendi ayrı mental bozuklukları olabilir; duygudurum bozuklukları, kişilik bozuklukları ve diğer dissosiyatif bozukluklar en sıktır. 
 
Dissosiyatif kimlik bozukluğuna en etkili yaklaşımlar genellikle hipnoterapi veya ilaç destekli görüşme teknikleri eşliğinde içgörü yönelimli psikoterapidir. 
 
Hastalarda antipsikotik ilaçların kullanımı hemen hemen endike değildir.





 

DSM-IV, depersonalizasyon bozukluğunu kişinin kendi gerçeklik duygusunun geçici olarak yitirilmesiyle ilgili kendilik algısında ısrarlı ve yineleyici değişim olarak tanımlar. Depersonalizasyon bozukluğu olan hastalar, kendilerini mekanik, rüyada veya bedenlerinden ayrı olarak hissedebilirler. Ataklar egodistoniktir ve hastalar semptomların gerçek dışı olduğunu anlarlar. 
 
Depersonalizasyon birinin bedenini veya kişisel kendiliğinin yabancı ve gerçek dışı olduğunu hissetmesidir; dereslizasyon dış dünyadaki nesneleri yabancı ve gerçek dışı olarak algılamasıdır. 
 
Çoğu kişinin yaşamlarında ara sıra olan izole fenomendir ve kesinlikle patolojik değildir. 
 
Patolojik depersonalizasyonla ilgili epidemiyoloji bilgileri yetersizidir. Birkaç yeni araştırmada, depersonalizasyonun kadınlarda erkeklere göre en az iki kat daha sık ortaya çıktığı bulunmuştur; 40 yaşın üzerindeki kişilerde nadir görülür. 
 
Depersonalizasyon bozukluğu psikolojik, nörolojik veya sistematik hastalık nedeniyle ortaya çıkabilir. Depersonalizasyon anksiyete bozukluklarına, depresif bozukluklara ve şizofreniye genellikle eşlik eden bir semptomdur. 
 
Depersonalizasyon bozukluğunun DSM-IV tanı ölçütleri, hastalarda belirgin strese ya da toplumsal, mesleki veya kişilerarası ilişkilerinde işlev görebilmelerinde bozulmaya yol açan devamlı ya da yineleyici depersonalizasyon ataklarını gerektirir. 
 
Bu bozuklukta gerçeği değerlendirme yetisinin bozulmamasıyla genellikle psikotik bozukluklardan ayırt edilir. 
 
Hastanın vücudunun yarısının gerçek dışı olduğunu ya da var olmadığını hissetmesi olan hemi depersonalizasyon kontralateral parietal lob hastalığı ile ilişkili olabilir. 
 
Depersomalizasyon birçok diğer hastalıkla semptom olarak bulunabilir. Hastaların büyük bir çoğunluğunda, depersonalizasyon bozukluğu semptomları öncelikle aniden ortaya çıkar; ancak bazı hastalar tedrici bir başlangıç bildirir. Bozukluk en sık 15–30 yaş arasında başlar, ancak 10 yaşında hastalarda görülmüştür, daha az sıklıkta 30 yaşından sonra ortaya çıkar ve yaşamın geç dekatlarında hemen hemen hiç görülmez.
 
Çoğu hastalarda, semptomların yoğunluğunda herhangi önemli bir dalgalanma olmaksızın sabit bir seyir izler, ancak semptomlar epizotik olarak ortaya çıkabilir, semptomsuz aralar gösterir.
 
Depersonalizasyon bozukluğunun tedavisine az ilgi gösterilmiştir.
 





 
Dissosiyatif Trans Bozukluğu: Belirli durumlara veya kültürlere özgü olarak bir kez ya da epizodik bilinç değişikliklerinin görüldüğü hastaları; DSM IV BTA dissosiyatif bozukluğuna örnek olarak verir.
Trans hallerinde bilinç değişir ve hastaların çevresel uyarılara yanıtları azalır. Trans halinin yaygın bir örneği, ruhani seansı yöneten medyumun durumudur.
Otomatik yazma ve fal bakma iyelik veya trans durumlarının daha seyrek şekilleridir. Otomatik yazmada, dissosasyon sadece mesajı yazan kol ve eli etkiler ve genellikle yazan zihinsel içeriğini farkında olmadan açığa vurur. Fal bakma, görsel varsanıların belirgin olduğu bir trans haline neden olur.
 Trans halleriyle ilgili olarak karayolu hipnozunu ve pilotların yaşadığı benzer mental durumları içerir.

Çoğu kültürlerde dinler, konsantrasyon uygulamasının varsanılan paraliziler ve diğer duygusal bozukluklar gibi birçok dissosiyatif olaylara neden olabileceğini onaylar. Hipnoz ara sıra kendini kısıtlamaya ve bazen de uzun trans durumuna neden olur.

Ganser Sendromu: Ganser sendromu ciddi psikiyatrik semptomların istemli oluşturulmasıdır ve bazen yaklaşık cevaplar verilmesi veya geçmişi konuşma ile tanınır (örneğin, 4x5 sorulduğunda hasta 21 olarak yanıt verir.) Bu sendrom şizofreni, depresif bozukluklar, toksik durumlar, parezi, alkol kullanım bozuklukları ve yapay bozukluk gibi, diğer bir ruhsal bozukluğu olan kişilerde ortaya çıkabilir.

Bu sendrom genellikle amnezi, füg, algı bozuklukları ve konversiyon semptomları gibi dissosiyatif olaylarla ilişkilidir.

Ganser sendromu kesin olarak erkeklerde ve tutuklularda en yaygındır. Başlıca yatkın kılan etken ciddi bir kişilik bozukluğunun varlığıdır.

Bu sendrom tüm semptom yapısıyla veya hastalar gözlendiklerine inandıklarında semptomların genellikle kötüleşmesiyle tanınabilir. Sendromun iyileşmesi birdenbiredir. Hastalar olaylara amnezik olduklarını bildirirler.

Dissosiye Durumlar:  Uzun süre ve yoğun zorlayıcı ikna periyotlarına maruz kalan kişilerde belli derecelerde dissosiyasyon görülebilir ( beyin yıkama, düşünce değiştirme ve teröristlerce veya mezhepler tarafından esir tutulurken düşünceler aşılama gibi ).
 
 

Çoklu Kişilik Bozukluğu - İçeride ( Kısa Film)
 
D İ K K A T   U Y A R I !
Yukarıdaki açıklamalar bilgi amaçlıdır.
Yazılanlar TIBBİ Uyarı ve Öneri değildir.
TIBBİ AMAÇLA KİŞİSEL OLARAK KULLANILAMAZ
 

 
 * * *
 
2- AKIL OYUNLARI / A BEATIFUL MIND

 
 A Beautiful Mind (2001) Official HD Trailer [1080p]
 
Akıl Oyunları (İngilizce: A Beautiful Mind), Nobel ödüllü Amerikalı matematikçi John Nash'in hayat hikayesini anlatan, yönetmenliğini Ron Howard'ın yaptığı 2001 yapımı biyografik dram filmi.
 
KONU
 
Film, aynı adlı kitaptan senaryolaştırılmıştır. Esasen, John Nash adında bir şizofren matematikçinin hayat hikâyesidir. Nash, öğrenciliği sırasında oyun kuramı üzerine büyük başarılar elde etmiş parlak bir matematikçidir. Nash, öğrencilik yıllarından itibaren hayaller görmeye başlar. Mezuniyetinden sonra, zamanla paranoid şizofreni olur; fakat hasta olduğunun farkına varamaz. Bir konferans sırasında aniden bir psikiyatristin karşısına çıkması ile olaylar zinciri değişir. Hastaneye yatar ve bu nedenle akademik çalışmalarından uzaklaşır.
 
Hastalığı kendi çocuğuna zarar vermesine neden olacak noktaya gelince eşi yeniden hastaneye gitmesi gerektiğini düşünür. Uzun süre hasta olduğunu kabul edemese de sürekli gördüğü kız çocuğunun hiç büyümediğini fark eder. Bu durum onun hastalığını kabul etmesini sağlar. Nash, yaşadığı hayali gerçekleri görmezden gelerek onlarla yaşamaya çalışacaktır. Gördüğü tedaviler etkili olmasa da eşi ve eski iş arkadaşlarının desteğiyle her şeye yeniden başlar. Kendi akıl hastalığını yine kendi aklı ile dizginleyerek akademik çalışmalarına yeniden hız verir. Tekrar üniversitede ders vermeye başlar. Sonunda gösterdiği sıradışı mücadeleyle şizofreni ile birlikte yaşamına devam eder. Ve tarih bu müthiş dehaya, akıl hastalığını yine aklıyla yenerek hayatının geri kalanını bilime adamasından ve hastalığının başlamasından evvel yaptığı buluşlardan dolayı Nobel Ekonomi Ödülünü armağan eder.

 OYUNCULAR VE KARAKTERLER
 
 . Russell Crowe…..John Forbes Nash
. Ed Haris…..William Parcher
. Jennifer Connelly…..Alicia Nash
. Christopher Plummer…..Dr. Rosen
. Paul Bettany…..Charles
. Adam Goldberg…..Sol
. Josh Lucas…..Hansen
. Anthony Rapp…..Bender
. Jason Gray-Stanford…..Ainsley
. Judd Hirsch…..Helinger
. Austin Pendleton…..Thomas King
. Vivien Cardone…..Marcee
. Jill M. Simon…..Bar Co-Ed
. Victor Steinbach…..Prof. Horner
. Tanya Clarke…..Becky

 FİLMİN PSİKO-SOSYAL ANALİZİ

 ZEKA, ZİHİN ve AKIL

Bu üç kavram arasındaki farkın ne olduğunu, benzer yanlarının olup olmadığını kendimize sorduğumuzda, bu üç kavrama kısaca bir göz atmak yerinde olacaktır. Gerçekten bu üç kavram ne demek ve hangi durumlarda insanlar için bu sıfatları kullanırız ?

 ZEKA

Zekâ, (Arapça: ذكاء) ya da ruh biliminde anlak zihnin öğrenme, öğrenilenden yararlanabilme, yeni durumlara uyabilme ve yeni çözüm yolları bulabilme yeteneğidir.Başka bir deyişle anlak, zihnin birçok yeteneğinin uyumlu çalışması sonucu ortaya çıkan bir yetenekler birleşimidir.En geniş anlamıyla, genel zihin gücü olarak da tanımlanabilir.Zihnin algılama, bellek, düşünme, uslamlama, öğrenme gibi birçok işlevini içerir.Sözcük çok geniş anlamda kullanılsa da psikologlar tarafından yaratıcılık, kişilik, bilgi ve akıl gibi değişik kategorilere ayrılmıştır.
 
Zekâ araştırmacılarının asıl alanı insanlardır, fakat hayvanların da öğrenme, anlama vs. yetenekleri üzerinde çalışmalar yapılmaktadır.
Zekayı Belirleyen  Etkenler

1- Kalıtım
 
Temelde zekâ doğuştan gelir ve büyük ölçüde kalıtımın etkisiyle belirlenir.Yapılan çalışmalarda çocuğun zekâsı ile ana-babanın zekâsı arasında yüksek düzeyde ilişki olduğu saptanmıştır.Çocuğun zekâ gücü anasıyla babasının zekâ gücü ortalamasına yakındır. Biraz altında ya da üstünde olabilir. Ana ve babanın döl gözelerinde, gen adı verilen ve kalıtımı belirleyen özellikler rastlantısal bir yolla çocuğa geçerler.
 
2- Doğum ve Öncesi
 
Çocuğun döl yatağında uygun beslenmesi, beyin kanlanma ve oksijen alımının yolunda gitmesi gerekir. Örneğin; zor bir doğum sırasında çocuğun soluğu uzun süre kesilirse, beyin gözeleri ölür ve sonuçta zekâsı etkilenir. Bunun gibi, beyin dokusunu doğum sonrasında örseleyen yaralamalar ve beyin yangıları da zekâ gizilini (potansiyelini) düşürebilir.Ananın gebelik süresince nasıl beslendiği de zekâ gelişimini etkileyen bir etkendir.
 
3- Çevre
 
Çocuk doğuştan getirdiği zihinsel gizilini kullanabilmek ve geliştirebilmek için varsıl uyarıcılarla donatılmış çevreye ihtiyaç duyar.Çevrenin zekâyı tam olarak ne ölçüde etkilediği saptanamamıştır.İlk yaşlarda ana babanın uyarması, ilgisi, zekâyı geliştirebileceği gibi, bunun tersi de olabilir. Bu konuda genellikle gözlenen, eğitim düzeyi düşük bir ana-babanın çocuğuna anlaksal yoldan ilgisinin az olduğu ve çocuğun (okul çağına gelene kadar) zekâ gelişiminin yavaş olduğudur.Genel olarak zekânın %75'i ilk dört yılda oluşur ve 20 yaşına kadar gelişimini sürdürür.

 ZİHİN

Zihin ya da bilinç; düşüncenin, algılamanın, belleğin, duygunun, isteğin ve düşlemenin bazı birleşimlerinde görünür olan bilincin ve zekânın kolektif görünüşlerini kapsar. Zihin bilinç akışı olarak tanımlanabilir. İnsan beyninin bilinçli süreçlerin tümünü içerir. Ayrıca bu sözcük kesin içeriklerde hayvanların bilinçli veya insanların bilinçaltı düşüncelerinin çalışmasını içermek için kullanılır. "Zihin" mantığın düşünce süreçlerine özellikle değinmek için sıklıkla kullanılır.
 
Zihnin ne olduğu ve nasıl çalıştığı ile ilgili; Plato, Aristo, Adi Shankara, Siddhārtha Gautama, Antik Yunan ve Hint felsefecilere tarihlendirilen birçok teori vardır. Ön bilim teorileri teoloji, ruh ve zihin arasındaki beraberliğe yoğunlaşmış kişisinin tanrının verdiği veya ilahi öz varlığına kök salmıştır. Modern teoriler, zihni, beynin bilimsel anlamı üzerine kurulmuş, psikoloji'nin bir olgusu ve az çok bilinç ile eş anlamlı olarak sıklıkla kullanılan bir terim olarak görür.

Aynı zamanda insan öz niteliklerinin zihni hazırlamasının sorunu fazlaca tartışılır. Bazıları sadece yüksek entelektüel işlevlerin zihni meydana getirdiğini iddia eder: bilhassa mantık (reason) ve bellek. Bu görüşte, doğada duygular (sevgi, nefret, korku, sevinç) ilkel veya özneldir ve aklın kökeninden veya doğasından ayrı olarak görülmelidir. Diğerleri insan kişisinin benzer doğada ve kökende olan duygusal ve rasyonel taraflarının birbirinden ayrılamayacağını iddia eder ve tümü bireysel zihnin bir parçası olarak görülmesini savunur.
Zihnin popüler kullanımı çoğunlukla düşünüş ile eşanlamlıdır: ‘kafamızın içinde yürüttüğümüz’ kendimiz ile özel konuşmalardır. Bunun için biz bir şey hakkında "Zihni takar"ız, "Zihin yorar"ız veya "(Bir şeyi)Zihnimize yerleştirir"iz. Bu duyuda zihnin anahtar öz niteliklerinden biri sahibinden başka hiç kimsenin erişemediği bir özel alan olmasıdır. Hiç kimse bizim zihnimizi okuyamaz ve sadece ilettiklerimizi bilirler.

AKIL
 
Akıl (Arapça: عقل) ya da us, felsefede kavram oluşturma ve bunlara göre hükmetme kapasitesidir. Bugün Batı'da bu kavramı, büyük ölçüde aklı anlayışla yüzleştiren, ancak algılamadan ayıran Alman filozofu Immanuel Kant'ın etkisindedir.
Barış
Immanuel Kant'a göre aklın sınırları şöyle çizilmiştir:
 
"Akıl, fenomenlerin benzerliğinden kurallara varma yeteneğidir." Başka bir yerde de Akıl, kösnüllüğü kendi sınırlarını genişletemeden kısıtlar demektedir.
 
Rudolf Eisler'in kapsamlı tanımına göreyse,
 
" Akıl (logos, epistêmê, intellectus, intelligentia, ratio, entendement, understanding) geniş kapasmıyla kösnüllüğün karşısındaki zekâ olan düşünme gücüdür. Daha dar bir kapsamdaysa akıl, anlayış karşısında ruhun bir bütün olarak anlama, (doğru) kavrama (soyutlama) hükme varma kapasitesidir. Kısacası akıl, birbiryle bağlantı kurarak kıyaslayan, inceleyen düşünce ve anlama, yani kelimelerin ve kavramların manalarını bilme yeteneği demektir. Akl-ı selim (bon sense) ise özel bir eğitim almadan normal insanda doğal olarak mevcut olan, normal, metodik olmakdan uzak ve dolayısıyla yanlış sonuçlara daha kolay varabilen kavrama ve hüküm verme gücüdür."
 
Arthur Schopenhauer'de akıl, sebep ve sonucu ayırt etmektir:
 
" Maddenin öznel bağıntısı veya aynısı olan nedensellik akıldır ve bundan başka bir şey değildir. Tek işlevi ve tek gücü nedenselliği kavramaktır. "
 
Klasikleşmiş olmasına rağmen kavramı tanımlamaktan uzak René Descartes'in sözü de tanınmıştır:
 
" Akl-ı selim, Dünya'da en iyi dağılmış olandır; zira herkes ondan nasibini iyice almış olduğunu sanır. Hatta her konuda zor memnun edilebilen kişiler bile sahip oldukları akıldan fazlasını istememektedirler."

 ŞİZOFRENİ

Şizofreni; düşünüş, duyuş ve davranışlarda önemli bozuklukların görüldüğü, hastanın kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi dünyasında yaşadığı, genellikle gençlik çağında başlayan bir ruhsal hastalıktır.
 
Şizofreni kelimesi, Yunanca ayrık veya bölünmüş anlamına gelen "şizo" (schizein, Yunanca: σχίζειν) ve akıl anlamına gelen "frenos" (phrēn, phren- Yunanca: φρήν, φρεν-) sözcüklerinin birleşiminden gelir.Anlatılmak istenen kişinin iki kişilikli olması değil, aynı anda iki farklı gerçekliğe inanmasıdır. "Gerçek gerçeklik" normal, sıradan bir insanın algılamasına denk düşerken, "ikinci gerçeklik" sağlıklı bir insanın anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme dayalı bir gerçekliktir.
 
Şizofreninin ömür boyu görülme sıklığı genel nüfusta %0,5-1'dir.Ancak kan bağı olan akrabaları arasında şizofreni hastaları bulunanlarda, şizofreni görülme sıklığı genel toplumdan daha yüksektir. Şizofrenide genetik faktörlerin rolü iyi tanımlanmış olmakla beraber, bu hastalık yalnızca kalıtımsal faktörlerin değil, birçok koşulun bir araya gelmesi ile oluşur. Yani şizofreni genetik ve çevresel faktörlerin rol aldığı oldukça kompleks bir hastalıktır.
 
Günümüzde şizofreni tedavisinde çok yönlü bir yaklaşım yararlı bulunmaktadır. Güncel tedavide temelde antipsikotik ilaçlar kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra psikoterapiler ve diğer psikososyal yaklaşımlara da başvurulmaktadır. Antipsikotik ilaçların şizofrenide dopamin varsayımını doğrular biçimde dopamin üzerinden etki ettikleri düşünülmektedir. Hastalığın özellikle akut döneminde hastaların hastanede yatarak tedavi görmesi gerekebilir.
 
Birçok alttipi bulunan şizofreni çok değişik gidiş ve sonlanış gösteren süreğen bir bozukluktur. Şizofrenide hastalığın gidişi her birey için farklı biçimde gelişebilir. Hastalığın popüler kültürdeki olumsuz imajına rağmen, hastaların çok büyük kısmı tedaviden fayda görebilirler. Ama hastaların yaklaşık %25-30'u ne tür sağaltım yapılırsa yapılsın belirgin bir iyileşme gösteremez ve ciddi yetiyitimleri olabilir.
 
Tarihçe
 

Emil Kraepelin (1856–1926)
 
20. yüzyılın başlarına kadar psikolojik hastalıkların sıralandığı bir sistematik yoktu. Şizofreni ilk olarak 1853 yılında Bénédict Morel tarafından genç erişkin ve gençleri etkileyen bir sendrom olarak tanımlanmış ve démence précoce (latince; "erken bunama") diye adlandırılmıştır. Bu terim 1891'de Arnold Pick tarafından psikozu olan bir hastanın vaka raporunda kullanılmıştır. Yani erken bunama deyimi ilk olarak 19. yüzyılda kullanılmıştır. Yine aynı yüzyılda hebefreni, katatoni tanımlanmıştır. 1893'te tanınmış Alman ruh hekimi Emil Kraepelin mental hastalıklarının -duygudurum bozuklukları ve démence précoce- sınıflandırılmasında yeni bir yaklaşım geliştirdi. Kraepelin, dementia praecoxın esasen bir beyin hastalığı olduğuna ve bilhassa dementianın (bunama) -ileri yaşta gelişen diğer formlarından farklı olan- bir çeşidi olduğuna inanıyordu.Ayrıca, Kraepelin paranoid ve basit tiplerini de eklemiş ve hepsini bir tanı altında toplamıştır. Bu tanıya göre hastalıkta erken başlama ve bunama olması gerekmektedir. Ancak bu tanım hastalığı erken başlama ve bunama gerektiren dar bir alanda sınırlamaktadır. 20. yüzyılda İsviçreli Eugen Bleuler hastalığın erken yaşlarda başlamasının ve bunamayla sonuçlanmasının zorunlu olmadığını göstermiştir. Bu hastalıkta hastanın ruhsal hayatındaki yarılmaya önem veren Bleuler, schizophrenia (şizofreni) terimini önermiştir. Günümüzde şizofreni tek bir hastalık türü olarak görülmemekte; bir bozukluklar kümesi olarak kabul edilmektedir.
 
Şizofreni kelimesi, Yunanca ayrık veya bölünmüş anlamına gelen "şizo" (schizein, Yunanca: σχίζειν) ve akıl anlamına gelen "frenos" (phrēn, phren-; Yunanca: φρήν, φρεν-) sözcüklerinin birleşiminden gelir.Anlatılmak istenen kişinin iki kişilikli olması değil, aynı anda iki farklı gerçekliğe inanmasıdır. "Gerçek gerçeklik" normal, sıradan bir insanın algılamasına denk düşerken, "ikinci gerçeklik" sağlıklı bir insanın anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme dayalı bir gerçekliktir. Şizofreni terimi ilk olarak 1908 yılında İsviçreli Eugen Bleuler tarafından kişilik, düşünce, hafıza ve algılamadaki fonksiyonel ayrılmayı tarif etmek için kullanılmıştır. Bleuler, Kraepelin'in ileri sürdüğü gibi her hastada yıkımın (detoriorasyonun) olmadığını; duygu, düşünce ve davranışta yarılmayı (skizis) ortaya atmıştır. Bleuler, hastalığın etkilerini temel ve ikincil belirtiler olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Şizofrenide çağrışımlarda (Assosiasyonda) enkoherans (çağrışımlarda sapma, parçalanma ve yarılma), duygulanımda (Affektivitede) kısıtlılık (küntlük), duygu düşünce ve davranışta ikilemler (Ambivalans), kişinin dış alemden çekilerek kendi iç alemine dönmesi (Autism) 4A belirtisinin olduğu birincil; hezeyan, halüsinasyonlar ve diğer belirtileri ikincil belirtiler olarak değerlendirmiştir. Bleuler'e göre temel belirtiler her şizofreni hastasında bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler ise temel belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir ve başka ruhsal hastalıklarda da görülebilmektedir.
 
Alman psikiyatr Kurt Schneider şizofreninin tanısı ve bu hastalığı anlama ile ilgili birçok çalışma yapmış, şizofreniyi diğer psikoz türlerinden ayırmaya çalışmıştır. Çalışmaları sonucunda hastalığın belirtilerini birincil ve ikincil dereceden semptomlar olmak üzere ikiye ayırmıştır. Günümüzde bu tanımların yerini DSM-IV ve ICD-10 tarafından yapılan tanımlamalar almıştır.
 
Sıklık ve Yaygınlık
 
Şizofrenin ömür boyu görülme sıklığı hayatlarının herhangi bir evresinde başlamak üzere- genel nüfusta %0,5-1'dir.Şizofreni her toplumda ve her türlü sosyo-ekonomik sınıfta görülmektedir. Kadın-erkek arasında sıklık bakımından önemli bir fark görülmemekle beraber kadınlarda başlangıç yaşı (26-32), erkeklerdaki başlangıç yaşından (20-28) daha geç olmakta ve genellikle erkeklere göre daha iyi bir gidiş göstermektedir.Ayrıca gelişmekte olan ülkelerde sıklığı gelişmiş ülkelere göre daha düşüktür.Son yıllarda çok geç yaşlarda başlangıçlı şizofreni üzerine yayınlar görülse de, hastalığın genellikle gençlik çağında başladığı kabul edilmektedir.Geç ya da çok geç başlayan şizofreniler üzerinde araştırma yapan bir grubun görüş birliğini içeren son rapora göre 40 yaşından sonra başlayan şizofreni hastalığının geç-başlangıçlı şizofreni; 60 yaşından sonra başlayanların ise çok geç-başlangıçlı şizofreni-benzeri psikoz olarak tanımlanması önerilmektedir.Erken başlangıçlılarda (çocukluk dönemi başlangıçlı) ise kalıtımın görece daha önemli etken olduğu sanılmaktadır. Ayrıca çocukluk çağında başlayan şizofreniyi ayrı bir hastalık türü olan çocukluk şizofrenisinden ayırt etmek gerekmektedir.
 
Belirti ve bulgular
 
Hastalık öncesi kişilik ve uyum
 
Şizofrenik hastalar hastalık öncesi sessiz, arkadaşı az, yalnızlığı seven, tuhaf, güvensiz kişilerdir. Bu özellikler ayırıcı tanıda yardımcı olmaktadır. Aileler genelde çocuklarının hastalık başlamadan önce hep çalışan, sessiz, uyumlu, arkadaşsız olduklarını anlatırlar. Şayet hasta bu özelliklere uymuyorsa tanı için duygudurum bozuklukları gibi diğer hastalıklar düşünülmelidir. Şizofreni, daha önce de belirtildiği gibi, çoğunlukla 18-25 yaşlarında her çeşit psikolojik stresle başlayabilir. Kişinin benliğine darbeler, delikanlılık çağında dürtülerin aşırı şiddet kazanması, cinsel ya da saldırgan dürtülere karşı denetim zayıflığı gibi durumlara, psikozun başlamasından önce sık rastlanmaktadır.
 
Klinik belirti ve bulgular
 
Şizofrenide bilinç ve yönelim genellikle yerindedir. Zekada belirgin bir gerileme olmasa da soyutlama yetisinde zayıflamanın ve belirgin yıkımın görüldüğü kimi süreğen hastalarda zekada eksilme, gerilik izlenimi edinilebilir. Hastanın ilgisi kolayca dağılabilir, sorulara yanıtları geç ya da yanlış olabilir. Son yıllarda temelde var olan negatif belirtilerin baskın olduğu şizofreni türlerinde bir eksiklik sendromundan söz edilmekte ve bunlardaki beyin patolojisinin incelenmesine ağırlık verilmektedir. Eksiklik sendromu bilişsel yetilerdeki eksikliklerdir. Bu sendrom, kalıcı ve başka nedenlere bağlı olmayan özgü negatif belirtiler olarak tanımlanmaktadır.
 
Şizofrenide; içgörü, düşüncelerin içeriği ve oluşturulması, duyguların deneyimlenmesi ve ifade edilmesi, algılama, davranışlar ve bilişsel işlevler gibi birçok alanda belirtiler ortaya çıkabilir. Şizofreni heterojen görünümlü bir hastalık olduğu için tipik bir genel görünüme sahip değildir; bazı hastalarda bazı belirtiler ortaya çıkarken, diğerlerinde başka belirtiler olabilir.
Düşünce akışı ve içeriği ile ilişkili belirti ve bulgular: Şizofrenide düşünce içeriği ile ilişkili olarak ortaya çıkan belirtilerin en önemlisi hezeyanlardır. Hezeyanlar aksine kanıtlarla ve mantık yoluyla çürütülmesine rağmen kişinin inanmayı sürdürdüğü, kişinin kültürü, dini ve eğitimi ile ilişkili olarak normal kabul edilemeyecek türden yanlış inanışlardır. Şizofrenide ortaya çıkan hezeyanlar arasında referans (üzerine alınma), etkilenme, kıskançlık, perseküsyon (kişiye zarar verileceği), büyüklük, erotomani (başkalarının kendisine aşık olduğu), düşüncelerinin değiştirildiği, çalındığı veya yayınlandığı temalı olanlar sayılabilir. Düşüncenin oluşturulması ve akışındaki değişiklikler arasında düşüncelerde azalma, düşünce blokları (düşünce akışının aniden kesintiye uğraması), çağrışımlarda dağınıklık, konuşma yapısının tümüyle kaybolması gibi belirtiler bulunur.
Algı ile ilişkili belirti ve bulgular: Şizofrenide sıklıkla ortaya çıkan belirtiler arasında varsanı (halüsinasyon) ve yanılsama (illüzyon) sayılabilir. Şizofrenide halüsinasyonlar en sık işitsel olmakla birlikte beş duyunun da varsanısı olabilir. Şizofrenide, işitsel halüsinasyonlardan özellikle kişinin davranışları hakkında yorumlarda bulunan konuşmalar duyma ve iki kişinin yine hastanın davranışları hakkında konuştuğunu duyma şeklinde olanlar sıktır.
Duyguların deneyimlenmesi ve ifade edilmesi ile ilişkili belirti ve bulgular: Kişinin duygusal yaşantısındaki çeşitliliğin azalması olarak ifade edilebilecek affektif veya duygusal küntlük ve kişinin hezeyanlarla ilişkili bir duygudurum içinde olması şizofrenide görülebilecek duygusal değişiklikler arasında sayılabilir.
Bilişsel işlevlerle ilişkili belirti ve bulgular: Özellikle kronik gidişli hastalarda bilişsel işlevlerle ilgili bozulmalar, hastalığın ilk tanımlandığı yıllarda "dementia preacox" (erken bunama) ismi ile anılmasına sebep olacak kadar belirgin olabilir.
 
Hastaların çoğunda içgörü yoksunluğu da görülen belirtiler arasında yer alır. Kısıtlı anlamıyla içgörü kişinin içinde bulunduğu hastalık ve bunun belirtileri hakkında gerçekçi bir kavrayışa sahip olmasıdır. Dünya Sağlık Örgütü'nün 1979'da yayınladığı verilere göre akut şizofrenide en sık görülen belirti içgörü yoksunluğudur. Bu durumdaki hastalar hasta olduklarını düşünmezler. Tedavide büyük handikapa yol açtığından, iç görü yoksunluğu büyük öneme sahiptir.
 
Pozitif ve negatif semptomlar
 
Şizofreninin seyri sırasında ortaya çıkan belirtiler ayrıca negatif ve pozitif olmak üzere iki başlık altında incelenebilir. Pozitif belirtiler normalin dışında fazlalık, aşırılık ve sapmalar olarak ortaya çıkan belirtilerdir. Negatifler ise normal işlevlerde azalma, eksiklik gösteren belirtilerdir. Şizofreni heterojen görünümlü bir hastalık olduğu için tipik bir genel görünüme sahip değildir.
Pozitif semptomlar: Varsanı, sanrı, sürekli ağlama ya da gülme, evham, kendini tanıyamamak, heyecan, sıkıntı, kuşku, güvensizlik, düşmanca düşünceler, her şeyi üstüne alınma, sese ve renklere aşırı duyarlılık, aşırı derecede konuşma, kafiyeli konuşma ve anlatma isteği, anlatımda kopukluk, gibi normalin üstünde aşırı semptomlardır.
Negatif semptomlar: Güçsüzlük, spontane olamama, insanlardan kaçma, konuşmada bozukluk, duygulanımda eksiklik, yaşamdan zevk alamama (anhedoni), uğraştığı işe kayıtsızlık, dış görünüşü önemsememe, bakımsızlık, kendini bulunduğu ortamdan ya da insanlardan yalıtılmışlık hissi, gibi normal işlevlerde azalma ile giden semptomlardır.
 
Teşhis
 
Bleuler'a göre temel ve ikincil belirtiler
 
Hastalığın etkilerini temel ve ikincil belirtiler olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Temel belirtiler her şizofrenikte bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler temel belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir. İkincil belirtiler başka ruhsal hastalıklarda da görülebilmektedir.
 
Temel belirtiler (4 A belirtisi olarak bilinir)
 
1.Duygulanımda bozukluk (Affect)
2.Ambivalans (Ambivalance; karşıt duyguların birlikte yaşanması)
3.Otizm (Autism)
4.Çağrışımlarda (Association) bozukluk
5.Bilinç, yönelim ve bellekte temel bozuklukların olmayışı
İkincil belirtiler;
1.Sanrılar, yanılsamalar
2.Varsanılar
3.Devinim (hareket) bozuklukları
 
Kurt Schneider'e göre birinci sıra belirtiler
 
1.Somatik pasivite (bedensel edilgenlik olgusu).
2.Düşünce çalınması, düşünce sokulması, düşünce yayınlanması (düşüncelerin başkalarınca okunması, çevreye yayılması),
3.Sanrısal algılama.
4.Duygu, düşünce ve dürtülerin dış güçlerce etkilenip denetlendiği duygusu
5.Genel olarak gerçeklikten uzaklaşma, farkındalık yetisini kaybetme.
6.İşitme varsanıları
a.Kendi düşüncelerinin yüksek sesle söylendiğini işitme.
b.Kendisine emir veren, yönlendiren seslerin işitilmesi.
c.Kendisiyle kavga eden, tartışan seslerin işitilmesi.
 
Bu belirtiler daha çok ABCD semptomları olarak hatırlanır. İşitme halüsinasyonları (İng. Auditory hallucinations), düşünce yayınlanması (Broadcasting of thought), düşüncelerinin kontrol edildiği düşüncesi (Controlled thought (delusions of control)), sanrısal algılama (Delusional perception).
 
DSM IV'e göre tanımlama
 
Amerikan Psikiyatri Derneği'nin Diagnostic and statistical manual of mental disorders: DSM-IV kılavuzuna göre şizofreni tanısını koyabilmek için;
 
Tipik semptomlar: 2 veya daha fazla bulunmalı, her biri bir aydan uzun sürmeli (şayet semptomlar tedavi ile geriledi ise daha az sürse de kabul edilebilir) Duygulanımda küntleşme
Varsanı (halüsinasyonlar)
Sanrı
Dezorganize konuşma (konuşmada düzen bozukluğu)
Dezorganize (çok dağınık) davranış (ör; uygunsuz giyinme, sık sık ağlama) veya katatonik davranış
Negatif semptomlar (konuşmanın ve istencin azalması gibi)
Toplumsal ve iş uyumunda bozukluk
 
Bunlardan iki ya da daha fazlasının hastada bulunması zorunludur. Bu belirtiler en az bir ay sürmüş olmalıdır.
 
Şizofreni tanısı koyabilmek için tipik semptomlara ek olarak;
Toplumsal ve iş yaşamında bozukluk
Süre : Hastalık belirtileri en az 6 ay sürmeli
Şizoaffektif bozukluk ve duygudurum bozukluğu olmaması
Fiziksel tıbbi bir duruma ya da madde/ilaç kullanmaya bağlı olmaması
Yaygın gelişimsel bozukluk öyküsü olduğunda varsanıların, sanrıların en az bir ay devam etmesi gerekmektedir.
 
Şizofreni tipleri
 
DSM-IV sınıflamasına göre şizofreni beş alt tip ihtiva etmektedir:
Paranoid tür: Bazen dine aşırı düşkünlük, metafizik, filozofik ya da cinsel uğraşlar görülür. Rahatsızlığı kabul etmez, belirtileri gizlemeye çalışır, sanrıları yüzünden savunmaya geçer ve toplumdan uzaklaşırlar. Düşünce bozuklukları baskındır. Kötülük görme sanrıları, büyüklük sanrıları, etkilenme fikir ve sanrıları, alınganlık, kuşkuculuk bu türde sık görülen düşünce bozukluklarıdır. Başlangıcı genellikle yavaş ve daha geç yaştadır. (DSM kodu 295.3/ICD kodu F20.0)
 
Dezorganize (Hebefrenik) tür: Düşünce ve devinim bozuklukları baskındır. Kişilikte dağılma ve yıkım hızlıdır. Hasta kendi özel dünyasında yaşar. Davranışlar ilkel ve çocuksudur. Kısa zamanda duygusal tepkilerde oynamalar (labilite), yüzeysellik, uygunsuzluk, sözcük uydurma (neolojizm), tutarsız sanrılar, yineleyici basmakalıp konuşmalar, ayrıca varsanılar daha sonra ortaya çıkmaktadır. Başlangıcı genç yaşta akut, renkli pozitif belirtilerle başlamaktadır. DSM kodlamasında dezorganize; ICD kodlamasında ise hebefrenik şizofreni olarak geçer. (DSM kodu 295.1/ICD kodu F20.1)
 
Katatonik tür: Devinim (hareket) bozuklukları baskındır. Dış çevre ile ilişkisini kesmiş gibi görünse de çevrede olup bitenleri tanımakta ve kaydetmektedir. Hastalar belli bir duruşta uzun süre kalır ve dışardan gelen tepkilere yanıt vermez (donakalma), katatonik dalgınlık, katatonik taşkınlık, karşıtçılık gibi belirtiler görülmektedir. Başlangıcı çoğunlukla 15-25 yaş arasında ve aniden olmaktadır.(DSM kodu 295.2/ICD kodu F20.2)
 
Ayrışmamış tür: Paranoid, dezorganize ve katatonik tür ayrışmamıştır.(DSM kodu 295.9/ICD kodu F20.3)
 
Kalıntı (Rezidüel) tür: Daha çok negatif belirtilerin baskın olduğu süreğen şizofrenik bozukluktur. Değişmeye karşı istek ve ilgi azdır. Duygu küntlüğü, vurdumduymazlık, girişim ve eylem azlığı, toplumdan kopukluk, düşüncede somutlaşma ve fakirleşme, kendine iyi bakmama gibi negatif belirtiler gözlenir. Bir ya da birkaç aktif şizofrenik depreşmeden sonra başlamaktadır. (DSM kodu 295.6/ICD kodu F20.5)
 
ICD-10 sınıflama sisteminde ise bu türlere ek olarak iki alt tip daha vardır.
Şizofreni-ardı çökkünlük: Şizofrenik depreşmenin ardından hasta çok belirgin çökkünlüğe girebilir. Daha çok negatif belirtiler bulunmakla birlikte pozitif belirtiler de gözlenir. Kalıntı şizofreniden ayırmak zor olabilir. Ayırıcı tanı için hasta öyküsü önemlidir. (ICD kodu F20.4)
Basit şizofreni: Sinsi ve yavaş başlayan ve daha çok negatif belirtilerin baskın olduğu şizofreni türüdür. Genellikle sanrılar, varsanılar, hareket bozuklukları görülmez. Kalıntı şizofreniden ayrımı öykü ile yapılır. (ICD kodu F20.6)
 
Ayırıcı tanı
 
Belli Organik Nedenli Psikozlar:
 
Genellikle belli fiziksel ve yerel bulgu vermeyen organik beyin sendromlarında önemli belirtiler bilişsel yetilerdeki bozukluklarla ilgilidir. Oysa şizofrenide genellikle bilinç, yönelim, bellek, zeka alanında çok belirgin bozukluk olmaz. Epilepsi ve toksik etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan kimi beyin hastalıklarında, şizofreniye özgü düşünce ve davranış biçiminin uzun sürmemesi ayırıcı tanıda önemlidir. Toksik etkenlerle ortaya çıkan ve şizofreniden ayırt edilmesi gereken psikozlarda asıl ayırıcı tanı ilaç alışkanlığı öyküsüdür.
 
Şizofreniye Benzer Psikozlar:
 
Psödo-psikoz'da genellikle başlangıç ağır, akut ruhsal travmayla birden kısa sürede olur ve klinik görünüm çok renklidir. Hastanın belirtilerinde yapaylık, delilik oyunu oynadığı izlenim, belirgin birincil ve ikincil kazançların bulunması, kısa sürmesi ve aileden alınan bilgide içine kapanık olmayan bir kişilik yapısı ve uyum biçimi gibi ipuçları ayırıcı tanıya yardımcı olmaktadır.
Şizofreniye benzediği bildirilen ve kimi toplumlara özgü ruhsal bozukluklar olarak tanımlanan Amok, Latah, Wihtiko çılgınlıkları ağır, akut psikoz durumlardır.
Yaygın gelişimsel bozukluklar olarak bilinen otizm ve Asperger sendromu gibi hastalıklar çocukluğun erken dönemlerinde başlarlar ve yetişkin yaşa dek kendilerine özgü belirtileri taşırlar.
Kimi orta veya hafif zeka geriliklerinde varsanılar, sanrılar ve acayip davranışlarda akut çılgınlık durumları ortaya çıkabilir ve bunlar kronikleşebilir. Zeka geriliği durumunun saptanmasıyla şizofreniden ayrılır.
 
Paranoid Bozukluklar: Sanrıları çoğu kez oldukça düzenli hatta inandırıcı gibidir. Şizofrenide ise sanrılar dağınık, tutarsız, acayiptir.
 
Duygudurum Bozuklukları: Bu bozukluklarda temel olarak şizofrenideki dereistik düşünce yapısı, otistik yaşam biçimi görülmez.
 
Psikonevrozlar: Genellikle gerçeği değerlendirme yetisi bozulmaz ve şizofrenide görülen ağır dereistik düşünce görülmez.
 
Gidiş ve sonlanış
 
Şizofreni çok değişik gidiş ve sonlanış gösteren süregen bir bozukluktur. Gidiş ve sonlanışın değerlendirilebilmesi için genellikle şu ölçütler kullanılır: hastalığın belirtileri, iş uyumu, toplumsal uyumu, hastaneye yatış sayısı ve süresi, bilişsel yetileri, genel sağlığı, özkıyım (intihar).
 
Olumlu gidiş göstergeleri:
 
Başlangıcın birden, renkli pozitif belirtilerle gelişmesi
Hastalığın ortaya çıkmasında ağır çevresel stres etkenlerinin fazlalığı.
Hastalığın türünün katatonik veya şizo-affektif olması.
Aile ortamının düzenli, duygu dışavurumunun düşük olması.
Sağaltıma erken dönemde başlanan, düzenli devam eden durumlar.
Gelişmekte olan ülkelerde şizofreni prognozu gelişmiş ülkelere göre daha iyidir.
 
Olumsuz gidiş göstergeleri:
 
Hastalığın erken yaşta başlaması ve gelişmesi
Hastalık öncesi kişiliğin şizoid ya da şizotipal oluşu, belirtilerin sinsi ve yavaş ortaya çıkışı
Hastaneye yatma sayısının çok, yatma sürelerinin uzun, iyileşme durumlarını kısa olması
Negatif belirtilerin baskın olması
Ailede kalıtımsal yükümlülüğün (kalıtımsal yatkınlık, ailede hasta birey olması) yüksek olması
Aile ortamının bozuk, duygu dışavurumunun yüksek oluşu
Hastanın kendisinden, ailenin ve çevrenin hastadan beklentilerinin yüksek ve aşırı baskılı olması.
 
Beklentiler yükseldikçe ve hastalar bunu karşılayamadıkça düş kırıklarına bağlı öfke ve üzüntü tepkilerinin daha şiddetli olması beklenir. Bu nedenle ailenin hasta hakkındaki emellerini daha gerçekçi, alçak gönüllü bir düzeye çekmesi sağlanmalıdır. Bunun sağaltımda da önemli bir yeri vardır.
 
Şizofreniklerde intihar akut dönemlerde hiç beklenmedik anda birden olabilir. Bazı ağır negatif belirtili, yetiyitimli süregen hastalar planlayarak kendilerine kıyabilir. Şizofreniklerde özkıyım riskini artıran faktörler arasında; erkek olma, bekarlık, işsizlik, toplumdan yalıtılmış olmak, çökkünlük, çaresizlik, önemli bir yitim ve ilaç/madde bağımlılığı sayılabilir.
 
Oluş nedenleri
 
Şizofreni araştırmalarında büyük ilerlemelere rağmen hastalık için spesifik etiyolojik faktörler veya patogenik süreçler kesin olarak tanımlanamamıştır. Etiyoloji üzerindeki görüşler eskiden beri organik ve psikososyal olmak üzere iki ana kümede tartışılmış olsa da, 20-30 yıldan beri şizofreni, giderek artan bir yaygınlıkla, beynin bir gelişim bozukluğu olarak kabul edilmektedir. Hastalığın asıl nedeninin henüz kanıtlanamamış bir beyin bozukluğu olduğu görüşü kesinlik kazansa bile, bu rahatsızlığın ortaya çıkışında ve zaman zaman görülen alevlenmelerde çevresel-zihinsel etkenlerin varlığı da önemsenmektedir. Şizofreni tek tip bir hastalık değildir. Böyle bir hastalıkta çok değişik oluş nedenlerinin bulunması doğaldır. Organik yönden yapılan araştırmaların yanı sıra psikolojik ve çevresel etkenlerin araştırılması da önemli bir konu olmuştur. Organik bir etiyolojinin gösterilmeyişi nedenin psikososyal olduğunu kanıtlamaz ancak çevresel etkenler açık biçimde gösterilebildiği zaman anlam kazanabilir.

PET üzerine bir çalışmada,çalışan hafızada frontal lob aktivetesinin (kırmızı) daha az olduğu, striatumda anormal dopamin aktivetesinin büyük oranda arttığı gösterilmiş (yeşil), bunun şizofrenide nörobilişsel hasarla ilişkili olabileceği öne sürülmüştür.
 
Psikososyal etkenler
 
Sinaptik bağlantıların budanması, öğrenme ve beyin yoğrulması gibi önemli biyolojik oluşumlarda erken dönemde yaşanan psikososyal olayların önemli bir rolü vardır. Şizofreninin temelini teşkil ettiği farz edilen nörobiyolojik hasarların biraz olsun düzeltilmesinde hatta iyileştirilmesinde rehabilitasyonun çok önemli bir rolü olduğu düşünülmektedir.Günümüzde şizofreninin oluş nedeni hakkında Nörodejeneratif ve Nörogelişimsel olmak üzere iki önemli kuram vardır. Son zamanlarda nörogelişimsel kuram giderek güçlenmektedir.
 
Şizofreninin herşeyden önce biyolojik bir hastalık olduğuna inanılmaktadır. Bununla beraber şizofreni oluşumunda hem çevresel hem de kalıtımın rol oynadığı kompleks bir hastalıktır. Tek bir nedeni yoktur, çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi ile oluşur. Şizofreniye yatkınlık kalıtımsal olmakla birlikte bozukluğun akut krizler halinde su yüzüne çıkmasında en önemli etkenler şunlardır;
 
LSD gibi halüsinojen maddelerin kullanımı.
Concerta ve Ritalin gibi DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların etken maddesi olan Methylphenidate, aşırı doz kullanımı veya doktor kontrolü dışında kullanımı ile şizofreniye zemin hazırlamaktadır.
 
Hamilelikte komplikasyonlar
Duygusal anlamda etkileyebilecek olaylar (Kazalar, kayıplar)
Evlilik, hamilelik dönemi
Stres, travma ya da aşırı derecede mutlu edebilecek olaylar
 
Genetik faktörler
 
Aile araştırmaları
 
Genel nüfusta %0,5-1 arasında bulunan şizofreni sıklık oranı, şizofreni hastası kişinin birinci derecedeki akrabalarında yaklaşık %10’dur, yani hastanın birinci derecedeki akrabaları için risk genel popülasyon için olanın 10-20 katı kadardır. Akrabalık uzaklaştıkça bu oran düşmektedir. Bu konuda yapılan araştırmalardan elde edilen veriler şizofrenide kalıtımsal bir etkenin bulunduğu görüşünü desteklemektedir. Fakat aile araştırmalarından elde edilen veriler, hem genetik mekanizmayı hem de yakın çevrenin neden olabileceği etkiyi içermektedir. Bu etkileri birbirinden ayırabilmek için evlat edinme araştırmaları ve ikiz araştırmaları yapılmıştır.
 
İkiz araştırmaları
 
Değişik ülkelerde yapılan araştırmalar, tek yumurta ikizlerindeki konkordansın çift yumurta ikizlerinden çok daha yüksek olduğunu göstermiştir. Örneğin; konkordans oranı yaklaşık %50 olan tek yumurta ikizleri (monozigotik ikizler) ve %10-14 olan çift yumurta ikizleri (dizigotik ikizlerle) yapılan araştırmada, kalıtılabilirlik %80 olarak gösterilmektedir.
 
Evlat edinme araştırmaları
 
Kalıtımın yanı sıra çevrenin de hastalık üzerine etkisini anlatmak için evlat edinme araştırmaları yapılmıştır. Bu araştırmalarda biyolojik ana-babası şizofrenik olan ve başkalarına evlat olarak verilen çocuklarda şizofreni oranı belirgin olarak yüksek bulunmuştur.
 
Moleküler genetik
 
Günümüzde yapılan çalışmalarla artık bir risk etkeni olarak kalıtımın yeri kesinleşmiştir. Fakat hastalığın hassas bölgedeki basit bir pozisyon değişikliğinden mi, eksik penetransa sahip tek bir genden mi, değişik genlerden mi kaynaklandığı henüz açıklığa kavuşmamıştır. Nonmendelian kalıtıma uyan bu hastalıkta eksik penetrans ve çoklu gen kuramı olasıdır.
 
Klasik aile, ikiz, evlat edinme çalışmalarının yanı sıra son yıllarda moleküler genetik çalışmaları da gitgide artmaktadır. Genetik belirleyiciler üzerinde yapılan çalışmalarda 5. kromozom, 11. kromozomda bulunan DRD2 (Dopamin-2) reseptörünün yerleşme noktası ve X kromozomları incelenmiş, fakat çalışmalar henüz bir sonuç vermemiştir. Bağlantı dengesizliği üzerinde yapılan çalışmalar ise şizofrenide birden çok genin etkili olabileceği görüşüne dayanmaktadır. Bu çalışmalarda özellikle, sinaptik yayılım ve postsinaptik reseptör kontrolünü etkileyen DTNBP1, nöronal migrasyon ve beyin gelişiminde önemli rolleri olan NRG1, 1q42.1 bölgesinde bulunan DISC1 ve DISC2 (dısrupted ın schizopherenia) genleri ve ayrıca 22q11 silme sendromunun şizofreni için oldukça yüksek bir riske sahip olduğu ortaya konmuştur. Ayrıca dopaminin salınımını kontrol eden COMT (Katekol-O-metiltransferaz) kodlanmasını sağlayan gen üzerinde de çalışmalar vardır. Bütün bu genler nörogelişimsel süreç, anormal sinaptik bağlantılar ve bozuk nörotransmitter salınımı ile ilişkilidir.
 
Biyokimyasal faktörler
 
Hücresel iletişim ve antipsikotik ilaçların farmokolojik işlevleri hakkındaki bu bilgiler; dopamin, noradrenalin, seratonin, asetilkolin, glutamat, nöromodülatör proteinler ve bunların reseptörleri hakkında biyokimyasal hipotezlerin ortaya atılmasına katkıda bulunmuştur.
 
Dopamin varsayımı
 
Şizofreninin fizyopatolojisinde dopamin varsayımı 1960-1970'lerden bu yana sayısız araştırmaya konu olmuştur. Bunun nedeni üç önemli bulguya dayanmaktadır:
1.Amfetamin, kokain, levodopa ve metilfenidat gibi dopamin aktivitesini arttıran maddeler şizofreninin bazı yönlerine benzeyen paranoid psikoza yol açarlar.
2.Şizofreniklerin tedavisinde kullanılan nöroleptiklerin antipsikotik etkisiyle bunların DA2 reseptörlerine bağlanma gücü arasında ilişki görülmüştür.
3.Şizofreni hastalarının ölüm ardı (post-mortem) ve PET incelemelerinde beyinde DA2 benzeri reseptörlerin yoğunluğunda artma olduğu gösterilmiştir.
 
Dopamin varsayımının altında yatan gözlem, kimi şizofreni hastalarında; mezolimbik, mezokortikal ya da nigrostriatal dopaminerjik nöronlarda göreceli bir etkinlik artmasıdır. Şizofrenide görülen sanrı, varsanı, düşünce bozukluğu, düzensiz davranışlar gibi pozitif belirtiler bu artma ile açıklanmaya çalışılmıştır. Etkili nöroleptikler özellikle DA2 reseptörlerine ket vurarak (inhibe ederek) dopamin artımını önler ve bu yolla pozitif belirtileri düzeltirler. Fakat duygularda küntleşme, ilgisizlik, aldırmazlık, toplumdan çekilme, düşünce fakirliği gibi negatif belirtileri daha yoğun olan hastalar nöroleptiklerden fazla yararlanamamaktadır. Bunun nedeni, bu hastalarda beyin neokorteksinde negatif belirtilere yol açan dopamin reseptör sayısı ve aktivitesinde azalmalardır. Bu konuda yapılan çalışmalarla prefrontal kortekste dopamin salınımını sağlayan COMT (katekol-O-metiltransferaz) enziminde kalıtımsal bir bozukluk olduğu gözlemlenmeye çalışılmıştır..
 
Glutamat varsayımı
 
Glutamat beyinde en fazla işlevi olan nörotransmitterlerden biridir. Araştırmalar bir uyarıcı aminoasit olan glutamat aracılığıyla beyinde gerçekleştirilen nöral iletimin şizofreniklerde bozuk olabileceğini göstermektedir. Bazı araştırmalarda şizofrenide hipokampustaki N-metil-D-aspartat reseptörlerinde glutamerjik etkinlikte bir eksiklik olduğu görülmüştür. Bu konuda araştırmalar henüz kesin bir sonuca ulaşmış değildir.
 
Glutamat hipotezine göre; glutamatın şizofreni patofizyolojisindeki yeri majör glutaminerjik reseptör olan N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptör kompleksinde glutaminerjik etkinlikte bir eksiklik; glutaminerjik, dopaminerjik, GABA sistemleri arasındaki ilişkiler; fensiklidinin neden olduğu akut ve kronik etkilere dayanmaktadır. NMDA'nın antogonisti olan fensiklidinin kısa dönemli uygulanımı şizofrenide görülen pozitif ve negatif belirtilere yol açmakta, kronik uygulanımı ise prefrontal kortekste hipodopaminerjik durumu doğurmakta ve negatif belirtilere neden olmaktadır.
 
Serotonin ve Noradrenalin varsayımları
 
Şizofreniklerin bir kesiminde beyinde ve beyin-omurilik sıvısında noradrenalin arttığı ve bu yolla dopaminerjik yayılımın çoğaldığı bildirilmiştir. Fakat noradrenalin yıkım ürünü olan MHPG üzerindeki çalışmalar bir sonuç vermemektedir.
 
Serotonin reseptörlerini bloke edici etkisi yüksek olan klozapin süregen şizofrenik hastalarda olumlu etki göstermektedir. Dopaminerjik ve serotonerjik dizgeler anatomik olarak birbirine bağlantılıdır ve işlevsel olarak birbirleriyle etkileşim içindedirler. Henüz serotoninin şizofrenideki yeri aydınlatılamamıştır.
 
Noradrenalin ve serotonin üzerine yapılan araştırmalar dopamin varsayımına karşı değil onu tamamlamaya yöneliktir. Bu araştırmalar kesin bir sonuca ulaşılamamıştır.
 
Beyinde yapısal ve işlevsel bozukluklar
 
Beynin belli bir ya da birkaç bölgesinde birinci derece sorumlu özgül bir bozukluk henüz saptanamamıştır. Araştırmalar şizofreninin daha çok beynin iletim devrelerinde bir bozukluk olabileceğini göstermektedir. Şizofreniklerde genel beyin hacminde küçülme bulunmuştur. Bu eksilmenin nedeninin nöro-dejeneratif bir bozukluk mu, nöro-gelişimsel bir bozukluk mu olduğu tartışılmaktadır. Son yıllardaki incelemelerin çoğu nörodejeneratif bozukluktan ziyade nörogelişimsel bozukluk görüşünü desteklemektedir.
 
Araştırma verilerine göre; frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve ayıklama işlevinde bozukluk, prefrontal korteks ve serebellum arasındaki devrelerde bozukluk vardır. Yapılan araştırmalarla süregen şizofrenik hastalarda uyaranların beyne ulaşırken karşılaştıkları süzgeçte ve girdi ayarlamasında bir yetersizlik olduğu, bu nedenle beyne çok fazla bilgi iletildiği, ama hastanın bu bilgileri uyum amacıyla ayıklayamadığı ve bütünleştiremediği anlaşılmaktadır. Şizofreniklerde temelde bir bilgi-işleme kusuru olabileceği görüşü giderek ağırlık kazanmaktadır. Şizofreni bilgi-işleme kuramları başlangıçta daha çok uyaranların süzülmesinde bir bozukluk olduğu varsayımına dayanmaktaydı. Son yıllarda daha çok nörofizyolojik temelli bilgi işleme kuramları öne çıkmaktadır. Bazı araştırmalara göre şizofrenide temel bozukluk istenç eksikliğidir. Niyetlenme ve harekete geçme işlevleri frontal korteks ile ilgilidir. Şizofrenide bir niyetin harekete geçirilmesi için gerekli olan istenç eksikliği frontostriatal bir patolojiyle bağlantılıdır. Son yıllarda "eksiklik sendromu" giderek artan biçimde ilgi çekmektedir.
 
Beyin görüntüleme yöntemleri

Manyetik rezonans görüntüleme ve diğer beyin görüntüleme tekniklerinde teknolojinin gelişimini takiben şizofreni tanısı almış kişilerde beyin aktivitesindeki farklılıklar üzerine çalışmalar vardır.
 
Günümüzde şizofrenide beyindeki yapısal anormalliklerinin araştırılmasında çoğunlukla manyetik rezonans (MR) teknikleri kullanılmaktadır. Birçok beyin MR incelemesi; lateral ventrikülerin hacminde artma, beynin tümünde az da olsa azalma (%2-3 arasında), ayrıca hipokampus, talamus ve frontal lobların bölgesel hacminde azalma olduğunu göstermektedir[. Bununla beraber, şizofrenlerdeki ventriküler genişlemenin ilerleyici olmadığına ve hastalık ortaya çıkmadan önce de var olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır.
 
Çocukluk-başlangıçlı şizofrenlerin anatomik MR araştırmaları, gri cevherde azalma ve ventriküler büyümenin yetişkinliklerinde tipik olarak görüldüğünü göstermektedir. Buna zıt olarak yetişkinlik-başlangıçlı şizofrenide temporal lobda yapısal değişiklikler bulunmuştur.
 
Şizofrenide pozitron emisyon tomografisi (PET) araştırmaları ise frontal loblar, bazal gangliyonlar, talamus ve temporal loblar üzerine yoğunlaşmış ve bunların her biri ile ilgili bir takım anormallikler gösterilmişse de henüz beynin belli bir ya da birkaç bölgesinde birinci derecede sorumlu özgül bir bozukluk saptanamamıştır. Şizofrenide genel olarak frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve ayıklama işlevinde bozukluk, prefrontal korteks ve serebellum arasındaki devrelerde bozukluk olduğu bilinmektedir.
 
Şizofrenlerin beyin büyüklükleri sağlıklı kontrol grupları ile karşılaştırıldığında yaklaşık olarak %5-8 daha hafif ve %4 daha küçüktü. Ayrıca Nelson ve arkadaşları, bir manyetik rezonans (MR) meta-analiz çalışmasında, şizofreni ile bilateral hipokampus ve amigdala küçülmesi arasında pozitif ilişki olduğunu kanıtlamıştır.
 
Şizofrenide güncel kuramlar
 
1990'lara kadar uzun yıllar bilim çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Ancak bu hipotez hastalığın patofizyolojisini açıklamakta yeterli olamamıştır. Son yıllarda yapılan çalışmalar neticesinde, artık günümüzde yaygın kabul gören görüş, nörogelişimsel kuramdır.
 
Yıllar boyunca şizofreninin, hastalık ortaya çıkmadan kısa bir süre önce meydana gelen patolojik süreçlerden kaynaklandığı düşünülmüştür. Günümüzde ise yaygın olarak şizofreninin erken beyin gelişiminde meydana gelen bir anormallikten kaynaklandığı kabul edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında şizofreni beyin gelişiminden kaynaklanan ensefalopatiler gibi kabul edilmektedir.
 
Nöro gelişimsel kuram
 
Nörogelişimsel kuram, şizofreninin yaşamın erken dönemlerine ait gelişim basamakları ile ilgili sabit ve yapısal bir noksanlıktan kaynaklandığını öne sürmektedir. Bu gelişim basamakları; nöronal öncülleri, glial proliferasyonu ve migrasyonu, aksonal ve dentritik proliferasyonu, aksonların miyelinizasyonunu, programlı hücre ölümünü ve sinaptik budanmayı kapsamaktadır. Yaygın olarak kabul gören bir model, nörogelişimsel bir kusurun morfolojide ve hücre mimarisinde değişikliğe yol açarak nöronların modulatuar kapasitelerinde bir noksanlık meydana getirdiğini öne sürmektedir. Bununla birlikte ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde bu nörogelişimsel kusurun stres gibi çevresel tetikçilerle birlikte belirgin semptomlara yol açtığı düşünümektedir. Bozukluğu kompanse eden sinaptik bağlantıların budanma sonucu yok olmalarının belirtilerden sorumlu olduğu düşünülmektedir.
 
Nörogelişimsel kuram, şizofreninin yaşamın erken dönemlerine ait gelişim basamakları ile ilgili sabit ve yapısal bir noksanlıktan kaynaklandığını öne sürmektedir. Nörogelişimsel bir kusurun morfolojide ve hücre mimarisinde değişikliğe yol açarak nöronların modulatuar kapasitelerinde bir noksanlık meydana getirdiğini öne sürülmektedir. Bununla birlikte ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde bu nörogelişimsel kusurun stres gibi çevresel tetikçilerle birlikte belirgin semptomlara yol açtığı düşünümektedir. Bozukluğu kompanse eden sinaptik bağlantıların budanma sonucu yok olmalarının belirtilerden sorumlu olduğu düşünülmektedir.
 
Hastalığın erken gelişim döneminde oluşan bir lezyondan köken almasına rağmen klinik belirtilerin ergenlik çağının sonlarında ortaya çıkması ergenlik döneminde gerçekleşen olgunlaşma süreçlerinin psikozu ortaya çıkarttığı yönünde yorumlanmaktadır. İnsan beyninin, yaklaşık olarak yetişkin beyin büyüklüğüne ilkokul yıllarında ulaştığı bilinmektedir ve bu büyüme beyaz cevherden değil gri cevherden olur. Ayrıca nöral bağlantıların özgül olarak düzenlenmesi ve serebral yapılardaki özel küçülmeler de erken serebral olgunlaşmada gerçekleşmektedir. Erken dönemde oluşmuş bir lezyon ile hastalığın ortaya çıkması arasındaki gecikme, ergenlikte meydana gelen kortikal budanma gibi bazı olgunlaşma mekanizmalarında meydana gelen genetik değişikliklerle açıklanmaktadır.
 
Gecikmiş başlangıcın nedenleri

Günümüzde hastalığın klinik olarak başlamasına neden olan ek bir patolojinin ortaya çıkması ya da tetikleyici psikostresör bir etkenin varlığı üzerinde yoğunlaşılmıştır. Şizofrenide, erken beyin gelişimindeki hasarla bozulmuş nöronal sistemler aslında geç olgunlaşan nöronal sistemlerdir. Bu nedenle, bunlara ait bir fonksiyonel bozukluk, postnatal olgunlaşmanın tamamlandığı döneme dek görülmeyebilir. Diğer bir deyişle postnatal beyin gelişimi tamamlanıncaya dek -ki bu durum geç adölesan ve hatta erken erişkinlik dönemlerine kadar devam eder- hem hatalı fonksiyon belirti vermez hem de diğer sistemler bu hatalı fonksiyonu kompanse ederler. Bunun nedeni - Kennard prensibi - genç beynin daha fazla kompansasyon kapasitesine sahip olmasıdır.
 
Nöropsikolojik testler ve fonksiyonel beyin görüntüleme tekniklerini kullanan çalışmalar; kortikal disfonksiyonun, prefrontal ve temporal loblar arasındaki fonksiyonel ilişkiyi içerdiği gösterilmiştir ki bu şizofreninin karakteristik bulgusudur. Beynin en geç olgunlaşan bölümü prefrontal-temporal bölgedir. Nörogelişimsel kurama göre, bu nedenle bu bölge ile ilgili fonksiyonel bozukluk belirtileri geç ortaya çıkar. Prefrontal-temporal bölge çevresel şartlar yetersiz olduğunda maksatlı davranışa rehberlik etmek için geçmiş deneyimlerin kullanımını kolaylaştıran bölgedir. Sonuçta yeni çevresel şartlar ile geçmiş deneyimler arasında bağlantı kurarak yeni tepkilerin verilebilmesi ve uyumlu bir davranış modeli gösterilebilmesinde rehberlik yapar. Yeni bir stresör ile karşılaşan kişi, prefrontal-temporal bölgenin işlevi sayesinde bu stresör ile başa çıkabilir. Bu nedenle prefrontal-temporal bölgenin henüz gelişmekte olduğu erken çocukluk dönemlerinde bu fonksiyon işlev görmediğinden diğer bölgelerin kompansasyonu yardımıyla stresör etkenlerle başa çıkıldığından bu bölgedeki bozukluk olgunlaşma tamamlandıktan sonra ortaya çıkacaktır. Çünkü bu dönemde diğer olgun bölgelerin kompansanyon işlevi de son bulmuştur.
 
Nörogelişimsel anormalliklerle şizofreni arasındaki ilişkinin kanıtları
 
Konuşmada gecikme, okuma ve motor becerilerde yetersizlik gibi nörogelişimsel bozukluklar genellikle ilerleyici değildirler ve yaşamın ilk on yılında görülmektedirler. Serebral morfolojik değişiklikler; mikrosefaliyi, hidrosefaliyi, anormal hücre migrasyonunu ve bazı beyin bölgelerinin asimetrisini içermektedir. Şizofreni hastaları nörogelişimsel bozukluklukların birçok karakteristik özelliğini taşımalarına rağmen çok farklı klinik bulgular sergilemektedirler. Bu nedenle bu bozukluklar hakkında genel bir yargıya ulaşmakta güçlükler yaşanmaktadır. Nörogelişimsel kuram göz önüne alındığında, hastalığın gizli, belirti vermeyen bir süreci olduğu ve lezyon ile bazı nörogelişimsel anormalliklerin tanı konulmadan önce gözlenebilineceği düşünülmektedir. Şizofrenideki nörogelişimsel anormalliklerle ilgili yapılan çalışmaların çoğu olumsuz sonuçlansa da bazı çalışmalar şizofreni için risk sayılan bir takım davranışsal ve bilişsel anormallikler tanımlamaktadır.Hastalığın erken gelişim döneminde oluşan bir lezyondan köken almasına rağmen klinik belirtilerin ergenlik çağının sonlarında ortaya çıkması ergenlik döneminde gerçekleşen olgunlaşma süreçlerinin psikozu ortaya çıkarttığı yönünde yorumlanmaktadır. İnsan beyninin, yaklaşık olarak yetişkin beyin büyüklüğüne ilkokul yıllarında ulaştığı bilinmektedir ve bu büyüme beyaz cevherden değil gri cevherden olur. Ayrıca nöral bağlantıların özgül olarak düzenlenmesi ve serebral yapılardaki özel küçülmeler de erken serebral olgunlaşmada gerçekleşmektedir. Erken dönemde oluşmuş bir lezyon ile hastalığın ortaya çıkması arasındaki gecikme, ergenlikte meydana gelen kortikal budanma gibi bazı olgunlaşma mekanizmalarında meydana gelen genetik değişikliklerle açıklanmaktadır.
 
Nörodejeneratif kuram
 
Nörodejeneratif kuram, gelişimsel evrelerde herhangi bir sorun olmaksızın, sonradan nöronal dejenerasyon sonrasında hastalığın ortaya çıktığı görüşünü destekler. Hastalığın seyri sırasında nöron fonksiyonlarında progresif kayba yol açan, bir nörodejeneratif sürecin devam ettiğini iddia eder. Hastalığın genellikle ileri (yetişkin) yaşlarda ortaya çıkması ise yaşlı nöronların bu bozuklukların dejenerasyonuna daha duyarlı olduğuna bağlanmaktadır.
 
1990'lara kadar uzun yıllar bilim çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Buna göre genç erişkin dönemde klinik semptomatoloji başlayıncaya kadar birçok olguda ya beyin gelişiminin normal olduğu ya da sonradan gelişen metabolik, enfeksiyöz veya degeneratif hastalıklar nedeniyle hasara uğrayan beynin bozuk işlevleri sonucu şizofreni ortaya çıktığı ileri sürülmüştür. Bu çerçevede viroimmünolojik hipotez gibi görüşler de ileri sürülmüştür.
 
Ancak son yıllarda yapılan araştırmaların neticesinde; şizofreni kliniği arasında bağlantıların olduğunu gösterebilen nörobiyolojik modellerin bulunması nörodejeneratif hipotezden ziyade nörogelişimsel modelin şizofreni kliniğine uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır. Bir grup araştırmacı ise bazı şizofrenlerin, nörogelişimsel modelden çok nörodejeneratif modele uygun klinik tablolar sergilediğini öne sürmektedir. Bu tablolar, önceden sağlıklı olan insanlarda meydana gelen ve başlarda giderek kötüleşirken sonra hafifleyen ya da psikotik ve/veya negatif belirtilerle devam eden hastalık durumunu ve hastalık öncesi haline dönen çok küçük bir grubu içermektedir.
 
Şizofrenide risk etkenleri
 
Şizofeni için annenin kötü beslenmesi, zehirlenmesi, strese maruz kalması, enfeksiyonlar, gebelikte ve doğumda karşılaşılan olumsuzluklar ve genetik etkenler dahil sayısız risk etkeni tanımlanmıştır. Yapılan bir araştırmada; şizofreni ile doğumda erken membran ruptürü, forsepsle doğum ve 2,500 gramdan düşük doğum ağırlığı arasında belirgin ilişki olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca erkeklerin gebelik ve doğum sorunlarına, serebral olgunlaşma zamanlarının farklı olmasından sebep daha hassas oldukları öne sürülmektedir. Annenin beslenmesi üzerinde birçok araştırma yapılmasına rağmen, sadece gebeliğin ilk üç ayında yetersiz folik asit alımı ile nöral tüp defektleri (spina bifida, hidrosefali, anensefali) arasında bir ilişki olduğu bulunmuştur.

Ilıman iklime sahip ülkelerdeki epidemiyolojik çalışmalar kış sonu ve ilkbahar başlarındaki doğumlarda şizofreni prevalansının yüksekliğine dikkat çekmektedir. Şizofreni ile doğum mevsimi arasındaki ilişkiyi açıklayan çevresel etkenler enfeksiyon ajanlarına, beslenme faktörlerine ve çevre sıcaklığındaki değişikliklere işaret etmektedir. Ayrıca şizofreni üzerine yapılan epidemiyolojik çalışmalar annenin gebeliğin ikinci üç aylık döneminde maruz kaldığı grip ve diğer virüslerin bebeğin ileriki yaşlarında şizofreni için risk teşkil edebileceğini göstermektedir.
 
Tedavi
 
Bu güne kadar şizofreninin ana kökeni ve tam tedavisi bulunamamıştır. Aşağıdaki tedavi şekilleri semptom tedavisinde,akut krizlerin tekrar ortaya çıkmasını engellemek ve kişinin bozukluğa rağmen kişilik gelişimini desteklemek içindir. Şizofreni tedavisi dört önemli başlık altında özetlenebilir;
 
1-İlaçla Tedavi
2-Psiko ve Sosyoterapi
3-Psiko-bilgilendirme
4-Aile Desteği
 
İlaçla tedavi

1950'lerde şizofreni tedavisinde kullanılmasıyla çığır açan klorpromazin molekülü

Şizofreninin ilaçla tedavisinde nöroleptikler kullanılmaktadır. Nöroleptiklere; Clozapin, Risperidon, Zotepin, Sulpirid , Olanzapin, Sertindol, Amisulprid, Quetiapin, Ziprasidon örnek verilebilir. Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar 1950'lerde ilk olarak klorpromazin ile kullanıma girmiş ve şizofreni tedavisinde çığır açmıştır[80]. İlaçların kullanımı hastadan hastaya ve türden türe değişiklik göstermektedir. İlaçların etki süresi de hastadan hastaya değişiklik gösterir ve kullanılan ilacın türüne bağlı değişik yan etkiler görülebilir. Sıkça görülen yan etkiler arasında yorgunluk, hareket bozuklukları, yerinde oturamama, susuzluk, terleme, bulanık görme, iştah artması, kilo alma sayılabilir. Özellikle eski tip antipsikotiklerin uzun süreli kullanımına bağlı olarak tardiv diskinezi adı verilen, istemsiz hareketlerle karakterize bir hareket bozukluğu ortaya çıkabilir.

Akut dönemlerinde zorunlu olmak üzere şizofrenide ilaçlar başta gelen tedavi yöntemidir. İlaçsız sağaltım yöntemleri süregenleşme riskini arttırır. İlaçların özellikle pozitif belirtileri yatıştırdığı bilinmektedir. İlaçlara yanıt ve duyarlılık bireyden bireye farklılıklar göstermektedir. Negatif belirtilerin baskın olduğu hastalarda yatıştırıcı etkisi daha az olan nöroleptiklerin kullanımı araştırmalarla desteklenmiştir. Uzun süre verilen ilaçlar bazen hastalarda negatif belirtilerin artmasına neden olabilmektedir.

Psikoterapi

Şizofreni hastalarının tedavisinde kullanılmak üzere çeşitli psikoterapi yaklaşımları (bilişsel-davranışçı terapiler, destekleyici psikoterapi, ilaç uyum terapisi, “kişisel” terapi, kabullenme ve bağlılık terapisi vb.) geliştirilmiştir. Bu yaklaşımlar arasından etkinliği konusunda hakkında en fazla kanıt bulunan tür, bilişsel-davranışçı terapi olarak adlandırılan terapi çeşididir. Bu tür bir terapinin, ilaç tedavisinden sonra geride şikayetleri kalan hastalarda yararlı olduğu düşünülmektedir.

Psiko-bilgilendirme

Psiko-bilgilendirmenin şizofreni hastalarının tedavisinde uygulanacak programa dahil edilmesinin yararlı olduğuna dair kanıtlar vardır ve bazı ülkelerde bu tür programlara rutin olarak dahil edilmiştir.

Alternatif yaklaşımlar

Şizofrenide ilaçla tedavi yanında bir beslenme planı da bazı yazarlarca önerilmiştir. Bu yazarlara göre alkol, kahve, et ve şekerin mümkün olduğunca az alınması gerekir. Omega-3 bağı içeren yağların (balık, her türlü deniz ürünleri, tofu, soya, badem, ceviz), omega-6 bağı içeren yağlar (ayçiçeği, susam, mısır), folik asitler (taze portakal suyu, ıspanak, fıstık, kuru fasulye, nohut), B3 vitamini (balık, patates, avokado, kahverengi pirinç), B6 vitamini (tavuk, karnabahar, domates) ve C vitamini (brokoli, turunçgiller, lahana, kivi) tüketimi yine bazı yazarlar tarafından önerilmiştir.Bir diğer öneri ise çölyak hastalığının da tedavi şekli olan glutensiz ve kazeinsiz diyet'tir.

Toplum ve kültür

1999 yılında yapılan geniş bir örnekleme sahip bir çalışmada, Amerikalıların şizofreni konusundaki inanışları incelenmiştir. Bu çalışmada, şizofrenlerin başkalarına zarar verici davranışlarda bulunmasını Amerikalıların %12,8'i oldukça muhtemel olduğuna inanırken, %48,1'inin ise bunun bir miktar muhtemel olduğuna inandığı bulunmuştur. Aynı çalışmada, şizofrenlerin kendi tedavileri hakkında karar verme yetileri olup olmadığı konusunda bir başka soruya ise %74'ün üzerinde kişi pek muktedir değil veya hiç muktedir değil diye cevaplamıştır. Aynı şekilde para idaresi konusunda karar verme yetileri olup olmadığı konusundaki soruya da %70,2'si pek muktedir değil veya hiç muktedir değil diye cevaplamıştır. Yapılan bir çalışmada, psikoz hastalarının şiddete meyilli oldukları inancının 1950'lerden bu yana iki katından fazla arttığını gösterilmiştir.

Akıl Oyunları adlı kitap ve filmde, şizofreni tanısı konmuş Nobel ödüllü matematikçi John Forbes Nash'ın hayatı konu edilmiştir. Marathi dilindeki Devrai adlı filmde bir şizofreni hastasının konu edilmiştir. Hastaların davranış şekli, düşünce yapısı ve hastalıkla mücadelesi konu edildiği film Hindistan'ın batısında yer alan Maharashtra'ın Konkan bölgesinde çekilmiştir. Ayrıca, hastaların tedavide kullandıkları ilaçlar ve aile üyelerinin gösterdikleri büyük sabır da filmde konu edilen diğer konulardır. Şizofrenlerin aile üyeleri tarafından kaleme alınan gerçek olaylara dayanan kitaplardan bir diğeri ise, Avustralyalı gazeteci Anne Deveson'un oğlunun şizofreni ile mücadelesini kaleme aldığı Tell me I'm Here adlı kitaptır. Bu kitap sonradan beyaz perdeye de uyarlanmıştır.

Mark Vonnegut tarafından kaleme alınan The Eden Express adlı kitapta bir şizofreni hastasının, hastalıkla mücadelesi ve tedavi süreci konu edilmiştir. Şizofreninin konu edildiği bir diğer kitap ise, Mikhail Bulgakov'un 1975 tarihli The Master and Margarita adlı eseridir.

 
' Şizofreni ' - ( Kısa Film ) / ' Schizophrenia ' - ( Short Film )
 

 
 
TIKLA OKU !

John Forbes Nash, üniversite yıllarında paranoid şizofreni semptomları göstermeye başlayan Amerikalı matematikçi. 1994 yılında Nobel Ödülü kazandı, 2001 yılında hayatı Akıl Oyunları adlı filmde betimlendi.
 
D İ K K A T   U Y A R I !
Yukarıdaki açıklamalar bilgi amaçlıdır.
Yazılanlar TIBBİ Uyarı ve Öneri değildir.
TIBBİ AMAÇLA KİŞİSEL OLARAK KULLANILAMAZ

 

 * * *
 
 3- MATRIX / MATRIX 
 
 
Matrix Trailer HD (1999)
 
Matrix serisi, temel olarak Matrix, Matrix Reloaded ve Matrix Revolutions olmak üzere 3 sinema filminden oluşur. Tüm filmler aynı sanal dünyada geçer.

 KONU
 
I- İkinci Rönesans

Milenyum çağının ortalarında insanoğlu yapay zekaya can vermiş ve tüm yükümlülüklerini makinelere devrederek yavaş yavaş tüketim toplumuna dönüşmeye başlamıştır.Robotlar insanların verdiği tüm görevleri yerine getirmekte fakat bu canlılardan saygı görmemektedir.Bir robot sahibine direniş gösterir ve insan gibi bir zekaya sahip olduğu için insan gibi yargılanır.Dava sonucunda o ve onun modelini imha etme kararı alınır ve robotlara karşı tam bir saldırı başlar. Sosyal ortamdaki son robot çalışmaz hale geldikten sonra diğer modeller birleşir ve dünya üzerinde bir noktada birleşerek kendilerinin "01" olarak adlandırdıkları bölgede toplanırlar. Birkaç dönem sonra üretip dünya pazarına sundukları cihazlar tüm gezegenin ekonomik dengesini bozunca durumun ciddiyetini anlayan insanlığın tüm liderleri birleşir ve robotların başlıca enerji kaynakları olan güneş'in karartılması kararını alırlar.

2- Savaş

Dünya atmosferine atılan sis bombası benzeri kimyasallarla gezegenin hiçbir yeri güneş görmeyecek şekilde kapatılır ve arkasından insanların taarruzu başlar.Fakat makineler onların aciz bedenlerinin saldırısına hazırlıklıdır.Dev makine ordularıyla insanlığı yeryüzünden silen robotlar savaş sonrası gözünü mazlumlara diker.

3 - Yeni Dünya Düzeni

Savaşta insanoğlunun bedenini derinden inceleyen makineler, yok olan güneşin ardından yeni enerji kaynaklarına yönelir. Araştırmalarının sonunda insan bedenindeki ısıyı füzyonun bir türüyle birleştirip elektrik enerjisine dönüştürebilen makineler, buldukları üreyen ve kendini yenileyebilen bu yeni enerji kaynağının beyinlerini insanlığın en mükemmel yıllarını içeren Matrix adını verdikleri simulasyonla uyuşturarak bedenlerinden faydalanır ve bu şekilde karşılıklı bir yaşam döngüsü oluşur.

4 - Matrix

Matrix programının tasarımcısı ( Architect ) ilk sürümlerde insan için tamamen kusursuz bir dünya kurar.Bu mükemmel dünyaya inanmayan insanlar simulasyondan uyanmaya kalkışır.Tam tersi bir dünyada ise insanlar simulasyonun içinde ölmektedir.Mimar güncelleştirmeler sonunda en son 19.yüzyıl dünyasını inşa eder ve insan psikolojisini araştırmak üzere programa Kahin ( The Oracle ) karakterini dahil eder. Yıllar içinde anormal insanların yeniden uyanmayı denemesi ve bunların birleşerek sistemi çökertmesi riskine karşılık kahin programa " Seçilmiş Kişi " ( The One ) senaryosunu entegre eder. Programa göre seçilmiş, Matrixte üstün güçlere sahip olacak, ve insanları matrix'ten kurtaracaktır.

5 - The One

Yüzyıllar süren Seçilmiş kişi döngüsünde kurtarılan insanlar gerçek dünyada Zion adını verdikleri yeraltı şehrini kurar ve insanlığı orada devam ettirirler. Hovercraft benzeri uçan gemileriyle yeryüzüne yaklaşarak korsan sinyallerle matrix'e geçici olarak yeniden girebilen zion insanları hayatlarını olası savaşı durdurabilmesi ümidiyle seçilmiş kişiyi matrixte arayarak geçirirler.Bu kaçak girişleri önlemek maksadıyla sisteme Ajan adı verilen matrix'e bağlı her kişiliğe girip çıkabilen sistem temellerine uygun olarak güçlendirilmiş programlar yerleştirilmiştir.Zionlular Matrix'te seçilmiş kişiyi ararken ayrıca ajanlardan da kaçmak zorundadırlar.

6 – Döngünün Sonu

Kahinin uyanmayı deneyen insanları temizlemek için, her iki tarafta tüm insanların ölümüyle sonuçlandığı bu reset-loop çözümüne bir süre sonra kendi de razı olmamış ve son döngüde seçilmiş kişiye yüklediği gücün aynısını Smith adlı bir ajanada yükleyerek onları kendi haline bırakmıştır.Virüs gibi kendini kopyalayan smith tüm matrix'i ele geçirir ve donanımsal olarak matrix'i kontrol eden makinelerede bulaşmaya başlar.Virüs tehdidi altında olan makineleri kurtarabilecek tek kişi ise o dönemdeki seçilmiş kişi olan Neo'dur.

7 - Barış

Makine şehrine giderek anlaşma yapan Neo, Matrix'e yeniden girerek Smith ile karşılaşacak, fakat ona entegre edilmiş kodun kendisininkiyle aynı olduğunu fark ettikten sonra virüsün kendisinede bulaşmasına izin vererek onu ve kendini tamamen yok etmiş olacak, ve anlaşma gereği Makinelerle insanlık arasındaki savaş sona erecektir.

 
 OYUNCULAR VE KARAKTERLER
 

 . Thomas A. Anderson…..Neo

Neo ya da Thomas A Anderson (d. 11 Mart 1968, Capital Şehri, Matrix hesabıyla), Larry ve Andy Wachowski kardeşlerin yazıp yönettiği Matrix ve üçlemenin devam filmlerinde de yer alan, Keanu Reeves'in canlandırdığı ana karakter.
 
Thomas Anderson, bir şirkette maaş karşılığı diğer taraftan ise hacker olarak çeşitli programlar üretmektedir. Başında Morpheus'un olduğu yasa dışı bir hacker grubu dikkatini çekmektedir. Ancak bir gün Morpheus ve ekibi onu bulur. Morpheus, Anderson'dan elindeki haplardan birini seçerek ya normal hayatına devam etmesini, ya da hayatın gerçeklerini öğrenmesini ister. Anderson hayatın gerçeklerini öğrenmek isteyince, uzun yıllar önce makinelerin yapay zekalarını insanoğluna karşı çıkacak kadar güçlendiğini ve savaşa tutuştuğunu, insanların makineleri durdurmak için yoğun nükleer silahlar kullanması sonucu gökyüzünün kara bulutlarla kaplandığını ve savaşın makinelere karşı kaybedildiğini öğrenir. Artık makineler insanları tıpkı bir pil gibi kullanmakta ve insan tarlalarında onları yapay olarak yetiştirmektedir. İnsanlar beyinlerine doğrudan bağlanılarak, kurgulanmış bir hayatı yaşamakta ve kimyasal bir küvet içinde olmalarına rağmen yaşıyormuşcasına hissetmektedirler. Bu kurgusal hayat gösteren programın adı Matrix'tir. Gerçekten bağımsız insanlar ise yerin çok altında bir mağara şehri olan Zion'da kısılıp kalmışlardır. Morpheus gibi liderler, kendilerini makinelere karşı zafere taşıyacak "seçilmiş kişi" olan mistik bir önderi aramaktadırlar. Morpheus, Anderson'ın seçilmiş kişi olduğuna inanır. Onu küvetten çıkararak Matrix'ten kurtarırlar. Anderson adını Neo olarak değiştirir. Kendisi de zamanla seçilmiş kişi olduğuna inanır. Matrix programı içinde insanların yapamadığı hızda ve güçte işleri başarır. Makinelere karşı Matrix programı içinde kurduğu üstünlüğü, gerçek hayattada başarır. Ancak Zion'un makinelerce işgal edilip yokedilmesini engellemek için savaşın en sıkıntılı anlarında sevgilisi Trinity ile birlikte yeryüzüne çıkarlar ve Matrix programının merkezi olan ana makinelere ulaşırlar. Neo, Matrix'in kurucu programı ile Zion'un devamı için pazarlık yapar ve asi program Ajan Smith'in yokedilmesi karşılığında Zion'un güvenliğini garantiler. Kurucu programın denetiminde Matrix'e girer ve Smith'i yokeder. Ancak artık kendisinin de vücudu iflas eder ve makineler onu makine şehrini içlerine doğru götürürler.

 

. Laurence Fishburne….. Morpheus

Morpheus, Matrix filminin kurgusal karakterlerinden biridir. Karakteri canlandıran oyuncu Laurence Fishburne'dur.

Matrixteki Morpheus da mitolojideki morpheus'dan esinlenilerek yaratılmıştır.Morpheus'un amacı kehanet de bulunan seçilmiş kişiyi Matrix'te bulmak ve ona yardımcı olmaktır.
Nebuchadnezzar adlı geminin kaptanıdır.
 

. Carrie-Anne Moss…..Trinity

Matrix üçlemesinde yer alan, Carrie-Anne Moss tarafından canlandırılan ana karakter.


 
. Collin Chou…..Seraph

Matrix üçlemesinde kurgusal kahraman. Seraph, Matrix tarafından yazılmış ve kendisini korumakla görevlendirilmiş bir programdır. Sadece Neo'nun ve Seraph'ın ajanları yenebileceği söz konusudur. Kahin, Mimar'dan sonra Matrix'in ikinci sahibi ve çözülmesi güç olan bir programdır.

 
 . Gloria Foster …..Kâhin

Kâhin, Matrix Serisi'nin üç filminde de yer almaktadır. Kendisi aslında Ajan Smith gibi Matrix sisteminde yer alan bir plânıprogramdır. Kâhin esasen Mimar tarafından Matrix'e yerleştirilmiş bir programdır. Çünkü Mimar tarafından daha evvelki oluşturduğu Matrix sürümleri çökmüştür. Bundan dolayı insan psikolojisini çözmek için Mimar, Kâhin programının Matrix'e eklemiştir. Yine Seçilmiş Kişi senaryosu da Mimar tarafından Matrix'e eklenmiştir. Mimar'ın  şudur: Matrix'e karşı çıkan ve uyanmaya çalışan ve Matrix sisteminden kurtularak gerçek dünyaya ulaşan insanlar Kâhin'in yönlendirmesiyle Seçilmiş Kişi'yi bulmaya çalışacaklar. Kâhin'in yönlendirmesinden dolayı gerçek dünyadaki insanlar Seçilmiş Kişi'nin Matrix'i yok edip insanları kurtaracağına inanmaktadır. Gerçek dünyaki insanlar bundan dolayı Matrix'in içinde Seçilmiş Kişi'yi aramakla uğraşırlar, ki son Seçilmiş Kişi de Neo'dur. Mimar'ın Neo'ya esas biçtiği görev şudur: Gerçek dünyadaki kişiler Matrix için tehlikeli olduğunda Zion'un yok edilmesi ve gelecekteki uyanacak insanlar için yeni bir Zion inşaa etmesidir. Mimar, Neo'ya bunu kabul etmediğinde Matrix'in ve insanlığın tamamen yok olacağını söylemiştir. Bu senaryo daha evvel 5 kere yaşanmış, 5 kere Seçilmiş Kişi gelmiş, 5 kere Zion'daki insanlar yok edilmiştir ve Neo bu döngüde 6. Seçilmiş Kişidir. Kâhin bu senaryoda kehânetiyle insanların Seçilmiş Kişi'yi aramasını sağlamaktadır ki bu görev de zaten ona Mimar tarafından verilmiştir. Üçüncü filmde farklı bir bedene bürünmüştür (Esasen ilk iki filmde rol alan Gloria Foster şeker hastalığı sebebiyle gerçek hayatta öldüğünden dolayı, mecburen karakter değişmiştir). Buna, yaptığı bir seçimin sebep olduğunu söylemiştir. Kâhin'in görevi Mimar'ın kurduğu düzeni bozmak gibi görünmektedir ki bu sayede Matrix'ten uyanan insanlarKişi  Seçilmiş Kişi'yi arasınlar ama esasen Kâhin'i de program olarak Matrix sistemine yerleştiren yine Mimar'dır. Kâhin'in ortaya attığı kehânet, Morpheus'un Neo'yu bulmasına sebep olmuştur. Morpheus'a göre o bir yol göstericidir. Filmde vurgulanan Kâhin karakterinin bir özelliği de şekeri çok sevmesidir ve sigara içmesidir. Neo, Mimar'la karşılaştığında Mimar - Kâhin - Seçilmiş ilişkisini ve hakikatini öğrenecektir. Son filmde Kâhin Smith isimli eski ajan ama sonra da kendini çoğaltan bir virüsün hem Matrix hem insanlığın tamamen yok olması için tehlikeli olmasını görmesi üzerine, Neo'nun daha evvelki gibi Zion'un tekrar yıkılıp inşaa edilmesi döngüsü şeklide karar vermemesi yönünde telkinde bulunmuştur. Bu sayede de Neo, Makinelerle anlaşmış, onların Zion'un yok etmemesi karşılığında Smith'i yok etme yönünde karar almıştır. Sonunda Smith'i yok etmiştir, bu sayede Matrix de kurtulmuş, Matrix'e bağlı olan simülasyon dünyasındaki insanlar da kurtulmuş, gerçek dünyada yani Zion'daki insanlar da kurtulmuştur. Filmin sonunda Mimar ile Kâhin karşılaşmış ve Mimar "tehlikeli bir oyun oynadın" demiştir. Kâhin bundan sonra Matrix'ten uyanan insanların Zion'a gitmesi konusunda söz istemiştir. Mimar da "kendisinin insan olmadığını" (yani söz verdiği için kendisine güvenebileceğini ima etmiştir).
 
Matrix serisi içindeki program ve makine listesi
 
Ajanlar
 
Ajanlar Matrix içinde bulunan yapay zekâlı programlardır. Gerçek dünyadan gelenleri teşhis edip yok etmek, son insan şehri Zion'a ulaşmak için gerekli erişim kodlarını elde etmek, anormallikleri gidermek ve Matrix'in gerçek dünya olmadığını ortaya çıkaracak her şeye karşı koymak için programlanmışlardır.

 
İlk ajanlar
 
Soldan sağa ajanlar: Brown, Smith, ve Jones

 
Üç ajan; ilk film The Matrix'de filmin hemen başında tanıştığımız, siyah takım elbise ve gözlükleriyle. İçlerinden Ajan Smith'i serinin kalan filmlerinde de yer aldı.

 
 . Paul Goddard…..Ajan Brown

Ajan Brown (Paul Goddard), serinin ilk filminde (The Matrix) Trinity'yi filmin başında çatıda kovalayan ajandır. İlk filmin sonunda Ajan Smith'in yok olmasından sonra bir daha gözükmez. İkinci filmden itibaren makineler ajanları(n sürümlerini) yükseltmişlerdir. Bundan sonra yeni nesil ajanları görürüz. Ajan Brown kaynağa geri gönderilip, sürümü yükseltilmiş ya da silinmiştir.

 
 . Robert Taylor.....Ajan Jones

Agent Jones (Robert Taylor) ilk filmin ünlü tanıtım sahnesinde de yer alan, Neo ile bir ajanın ilk kez savaştıkları sahnede oynayan ajandır (Bu sahnede yeni çekim teknikleri kullanılarak Neo'nun en az ajanlar kadar hızlı hareket edip kurşunlardan kurtulması izlenir). Ajan Jones'un da kaynağa geri dönmesi, sürümünün yükseltilmesi ya da silinmesi kuvvetle muhtemeldir.

 
. Hugo Weaving…..Ajan Smith

Matrix (ve üçlemenin devam) film(ler)inde yeralan, Hugo Weaving'in canlandırdığı karakter.Anormallikleri düzeltmek üzere çalışan bir bilgisayar programı iken ilk filmde bozulup üçlü serinin diğer filmlerinde de (The Matrix Reloaded, The Matrix Revolutions) boy gösteren virüs halini almıştır.
Ajan Smith (ilk film) The Matrix'te Ajan Brown ve Jones'u Nebuchadnezzar'ın tayfası ele geçirme görevini idare eden programdır. Bu ilk filmde Neo tarafından parçalanmıştır. Lâkin yok edilmek üzere kaynağa döneceğine sürgün olmayı seçmiş ve Matrix'de anormallik yaratmıştır. İkinci filmden itibaren bir ajan değildir, kendini diğer program ve insanlara kopyalayan virüs hâline gelmiştir. Kâhin'e göre Neo'nun dengeleyecisidir yani zıddıdır.

 
Yeni nesil ajanlar
 

Soldan sağa yeni nesil ajanlar: Jackson, Johnson ve Thomson

 
İkinci filmle birlikte ajanları(n sürümlerini) yükseltilmiştir. Artık daha kaslı yapılı ve eski (sürümler)ine göre daha kuvvetlidirler. İkinci filmin başındaki çarpışmada yeni sürüm oldukları ve yenmenin zor oldukları anlaşılır.

 
. Daniel Bernhardt …..Ajan Johnson
Ajan Johnson (Daniel Bernhardt), yeni nesil ajanların lideridir. Sadece ikinci filmde yer alır. Karşılaştırma yapılacak olursa Ajan Smith'den daha başarılı olduğu kabul edilmelidir. Morpheus ile otoyolda savaşmış ve Morpheus'a karşı üstünlük kurmuştur.
 
GERÇEK Mİ DÜŞ , DÜŞ MÜ GERÇEK ?
 
Varoluşumuz kadar eski olan bu soru Matrix filmiyle yine gündeme geldi.İlkçağ filozoflarından platon idealar sistemi diye bir düşünce atmıştır ortaya. Bu düşünceye göre 5 duyu ile algıladığımız nesneler gerçek değil, gerçeğin birer yansıması olan gölgelerdir. Gerçeğe ulaşmak için akıl yürütmemiz gerekir. Platon bu düşünceyi yaklaşık 2400 yıl önce ortaya atmış ve daha iyi anlaşılabilmesi için mağarada yüzü duvara dönük yaşayan bir esirin hikayesini anlatmıştır. Mağaradaki bu esir, dışarıdaki gerçek nesnelerin yansıyan gölgelerini görüyordur bu duvarda. Gölgeleri gerçek sanır. Oysa bu gölgeler asıl nesnelerin sadece birer yansımasıdır. Köle yüzü hep duvara dönük olduğu için gerçek dünya hakkında ancak bu gölgelere bakarak bir akıl yürütebilir. Tabii eğer gölgelerin gerçek olup olmadığından şüphelenebilirse.Buradan yola çıkan Platon yaşadığımız dünyayı beş duyu ile algılayan bizlerin de aynı durumda olduğunu ileri sürer. Beş duyu ile algıladığımız nesnelerin işte bu gölgeler gibi sadece gerçeğin birer yansıması olduğunu ileri sürer.
 
Bu hikayenin 2400 yıl önce anlatıldığını söylemiştik. Ancak bugün bu hikaye beyaz perde de olsa hala değişik biçimlerde anlatılıyor. Her ne kadar gelişen teknolojinin nimetlerinden yararlanılarak bazı değişiklikler yapılsa da hikayenin özü yine aynı. Evet Matrix den bahsediyoruz. 2400 yıl önceki platonun mağaradaki köle hikayesinin çağdaş versiyonu. Hikayenin özü yine aynı, mağarada köle olduğunun farkına varıp, özgürlüğe, gerçeği bulmaya, özüne ulaşmaya duyulan merak ve arzu.
 
Kültürümüzde de bu tür anlatılar oldukça yaygındır. Tasavvufa göre tüm dünyadaki nesneler, aslında tanrının birer yansımalarıdır. Asıl olan tanrıdır. Bizler dahil tüm varlıklar onun farklı şekillere bürünmüş tezahürleriyizdir. Ve her varlık varoluşu gereği özüne doğru akmak, onunla bütünleşmek arzusundadır. Akarsuların birleşerek denize akmak istemeleri gibi. İşte tasavvufa göre de bu özünden kopuş ve ayrılık bizi tıpkı platonun mağarasındaki köle gibi gölgeler dünyasının esiri yapar.
 
Yukarıdaki örneklerden sonra şu soruyu sormak gerekir. Bizler bir düş dünyasında mı yaşıyoruz? Gerçek dediğimiz elle tutup gözle gördüğümüz dünya, aslında gerçeğin bir yansıması olabilir mi? Eğer bu saydıklarımızın, hiçbir bilimselliği olmayan saçmalıklar olduğunu, masallar veya hikayeler olduğunu düşünüyorsanız, sıkı durun. Fizikte şuan popüler olan 11 boyutlu evren teorisine göre, bu mümkün.

Şu an yaşadığımız evren 4 boyutlu bir evren. En, boy, genişlik, ve zaman. Bir fotoğraftaki resim ise 2 boyutlu sadece eni ve boyu var resmin kalınlık ve zaman yok. Nasıl ki 4 boyutlu evrenin yansıması 2 boyutlu bir fotoğraf olabiliyor ise, 11 boyutlu evrenin yansıması da, bizim yaşadığımız 4 boyutlu evrenimiz olabiliyor ünlü fizikçi Hawking'e göre.

Pek iyi bu ve benzeri bazı hikayeler niçin binlerce yıldır anlatılıyor, oynanıyor, filme çekiliyor olabilir acaba. Tarih içerisinde hemen her kültürün efsanelerinde masallarında, var olan ve özünde aynı konunun işlendiği bu ve benzeri hikayelerin kaynağı ne? Bu kültürler birbirlerinden habersiz, nasıl oluyor da benzer efsaneler, hikayeler, metaforlar yaratıyor ve benzer sorular sorabiliyorlar. Bu ortaklık yoksa bizim aynı bütünün-gerçeğin tezahürleri olduğumuza mı işaret ? Eğer gerçekten öyle ise, biz o bütünün gölgeleri olmuş olmaz mıyız? Son olarak bütün bunlar doğru ise ne için yaşıyoruz? Daha da kötüsü bütün bunlar birer saçmalıksa ne için yaşıyoruz...
 
FİLMİN PSİKO-SOSYAL ANALİZİ
 
Gösterime girdiğinde herkeste büyük ilgi uyandırdı. TV. Programları yapıldı, yazıldı. Hatta bir felsefe dergisinde ''Kırmızı hap mı ? Mavi hap mı ?'' diye kompozisyon yarışmaları bile düzenlendi. Filmin bu kadar ilgi görmesini, kimileri hareketli sahnelere ,kimileri ise taşıdığı dinsel temalara bağladı.
 
Bizce filmin bu kadar büyük ilgi görmesinin altında yatan ana neden, bilinçdışının telafi edici yönü. Bilinçdışı tehlikeyi her zaman olduğu gibi bizden önce fark etti. Ve bu filmin yazılması, çekilmesi kaçınılmaz oldu. Gösterime girdiğinde ise bilinçdışımızın ihmal edilmiş yönleri, bizi bu filme çekti. Pekiyi, neydi bu bilinçdışının ihmal edilen yönleri? Ve bizi neye karşı uyarıyorlardı.

Serinin birinci filminde, özellikle vurgulanan tek şey vardı

'' GERÇEK NEDİR ? '' ve '' UYAN ! ''

- Peki biz gerçekten uyuyor muyuz ?

- Gördüğümüz her şey aslında bir yanılsama, bir düş mü ?
 
Eğer, dış dünyanın gerçekliğini beş duyumuzla ( görme, işitme ,tat, koku ve dokunma ) test ediyorsak, beş duyumuz ,sadece sinirsel iletiyle beynimize ulaşan elektrik sinyallerinden ibaret. Dolayısıyla gördüğümüz her şeyin bir yanılsama olması ihtimali mümkün. Ancak biz bu tartışmayı, felsefecilere bırakıp, olayı somut dünyadan hareketle, bilinçdışı içerikler açısından değerlendirmek istiyoruz.
 
Evet bugün biz bir düş dünyasında değiliz, bir küvezde yaşamıyoruz ve başımızdan kollarımıza kadar kablolar yok. Ancak, yaşadığımız dünyada kendi korunma reflekslerini oluşturmuş hakim siyasal, ekonomik, kültürel bir yapı var. Ve bu yapı kendi devamlılığı için, oluşturduğu ideal insan tipinin üzerinde yükseliyor. Hem de giderek artan bir hızla. Yükseldikçe de ( Matrıx’ deki makineler gibi ) onu oluşturan insanın kontrolünden çıkıyor.
Bu yapının insan doğasına ne kadar uyduğunu ise günümüz insanının kalabalıklaştıkça yalnızlaşan, ekonomik olarak kalkındıkça, ruhsal olarak dibe vuran yaşamına bakarak anlayabiliriz.
 
Kontrolden çıkan bu sistemimin görünmez kabloları bize sürekli '' Mutlusun, terfi ettin, zengin bir adamla evlisin, yeni bir araba aldın,okulu bitirdin '' demesine rağmen ta içimizde, derinliklerimizde, tanımlayamadığımız, bizi rahatsız eden ve sürekli dönüp duran bir şeyler var. Neo’ nun içinde dönüp duran ve onu sürekli rahatsız eden o şey gibi. O şeydi Neo’ yu Morpheusa götüren . Ve yine o şey sizi bu yazıyı buraya kadar okumaya iten.
Ancak Neo, varoluşsal yolculuğuna , Morpheusa gitmekle değil, Kırmızı hapı seçmekle başlar. Morpheus ona yolu gösterir , ancak seçimi Neo yapar ve tavşan deliğinin derinliklerine doğru gizemli bir yolculuğa çıkar. Hem de geri dönülmez bir yolculuğa.


 
 * * *
 
4- RADYO / RADIO
 
 
Radio - Movie Trailer ( 2003 )
 
Radyo, Mike Tollin tarafından yönetilmiş 2003 Amerikan yapımı yarı biyografik, spor içerikli bir drama filmidir. Gary Smith’ in 1996 yılında yazdığı "Someone to Lean On" adlı  romanından yola çıkılarak çekilmiş  film. Film T. L. Hanna Lisesi futbol koçu Harold Jones (Ed Harris) ve zihinsel özürlü genç dostu, James Robert " Radyo " Kennedy (Cuba Gooding Jr.) ‘ nin  gerçek hikayesi üzerinde temellenmiştir. Debra Winger ve Alfre Woodard’ da bu filmin yıldız oyuncuları arasında. Film dönem özelliklerini yansıttığı için yönetmen tarafından Walterboro, Güney  Carolina çekilmiş.

 KONU
 
Harold Jones işinden başka bir şeyle ilgilenmeyen bir futbol koçu. James Robert Kennedy ise daha çok Radio adıyla biliniyor. Zihinsel (Otistik) olarak ağır olduğu için okumamış, çevresindeki insanların eğlence kaynağı. Bu iki insanın yolları küçük bir kasabada kesişiyor. Ve ikisinin de kaderini değiştirecek bir ilişki başlıyor.
 

OYUNCULAR VE KARAKTERLER
 
. Cuba Gooding Jr.….. James Robert " Radyo " Kennedy
. Ed Haris…..Coach Harold Jones, futbol koçu
. Debra Winger….. Bayan. Linda Jones
. S. Epatha Merkerson….. Maggie Kennedy, Radyo'nun annesi
. Sarah Drew….. Mary Helen Jones
. Alfre Woodard…… Principal Danie
. Brent Sexton….. Honeycutt, basketbol koçu
. Riley Smith…..Johnny Clay
. Chris Mulkey….. Frank Clay, Johnny' un babası
. Patrick Bren….. Tucker
 

FİLMİN PSİKO-SOSYAL ANALİZİ

 
“ Uyaran Eksikliğiyle Başlayan ve Otizm İle Sonuçlanan Süreç “
 
ÇOCUKLARDA UYARAN EKSİKLİĞİ

 
Teknolojinin gelişmesi ile birlikte çocuklarımız anne - babalarından daha çok teknoloji ile vakit geçiriyorlar. Televizyonlar, bilgisayarlar, tabletler, cep telefonları artık çocukların oyuncakları haline geldi. Gününün çoğu zamanını bu şekilde teknolojik aletlerle veya televizyonla geçiren çocuklarda uyaran eksikliği görülüyor. Çocuk psikolojisi içinde özellikle 0 - 2 yaş çocuklarda görülebilen uyaran eksikliğinde geç konuşma, asosyallik, iletişim problemleri gibi belirtiler ortaya çıkıyor. Unutmamamız gereken en önemli husus esasında şu; çocuklarımız teknoloji ile dünyaya gelmiyor, onları anne - babalar olarak biz teknolojiye itiyoruz. İlgiden yoksun olan bu çocuklardaki duygusal boşluğu teknoloji dolduruyor ve karşımıza uyaran eksikliği tablosu çıkıyor.


Dışarıdan doğru bir şekilde uyaran almayan ve yeterli dış uyaranlar ile beslenemeyen çocuk sosyal başarısızlık, konuşma güçlüğü, iletişim problemleri yaşamaya başlıyor ve bu tablo otizme kadar gidebiliyor. Bu konuda ailelere çok önemli görevler düşmekte. Çocuğu yeterli uyaranlarla besleyebilmek, sevgi ve ilgi ihtiyacını karşılayabilmek, onunla kaliteli vakit geçirmek sağlıklı ve başarılı bireylerin yetişebilmesi için en önemli gerekliliklerin başında geliyor.

 
OTİZM
 
Otizm üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. Bu belirtiler otizmi, Asperger sendromu gibi daha hafif seyreden otistik spektrum bozukluğundan (OSB) ayırır. Otizm kalıtımsal kökenlidir ancak kalıtsallığı oldukça karmaşıktır ve OSB’nin kökeninin çoklu gen etkileşimlerinden mi yoksa ender görülen mutasyonlardan mı kaynaklandığı çok açık değildir. Nadir vakalarda, doğum sakatlıklarına neden olan etmenlerle yakından bağlantılıdır. Diğer görüşlere göre ise çocuklukta yapılan aşılar gibi nedenler tartışmalıdır ve aşı kökenli varsayımların ikna edici bilimsel kanıtları yoktur. Yakın dönem araştırmaları otizmin prevalansını 1.000 kişiye bir ya da iki vaka olarak tahmin eder, aynı araştırmalardaki tahminlere göre OSB yaklaşık 1.000 kişide altı vakadır ve erkeklerde rastlanma oranı kadınlara göre 4,3 kat daha fazladır. Otizm vakalarının sayısı 1980’lerden beri oldukça fazla oranda artmıştır. Bunun nedeni kısmen tanı koyma yöntemlerindeki değişikliklerdir; gerçek prevalansın artıp artmadığı anlaşılamamıştır.

Otizm beynin birçok kısmını etkiler ama bu etkinin nasıl geliştiği çok iyi anlaşılamamıştır. Ebeveynler genellikle çocuklarının yaşamının ilk iki yılında belirtileri fark eder. Erken davranışsal ya da kavrayışsal müdahaleler çocukların kendine bakabilme yetisi ile sosyal ve iletişimsel yetiler kazanmasına yardımcı olabilir. Otizmin çaresi yoktur. Otistik çocukların çok azı erişkin olduktan sonra bağımsız yaşamakta, bunlardan bir kısmı bunda başarılı olabilmektedir. Bazılarının otizme bir çare aradığı, diğerlerinin de otizmin bir bozukluktan çok bir durum olduğuna inandığı bir otistik kültür ortaya çıkmıştır.
 

* Nesneleri sürekli olarak üs tüste koymak ya da bir hizaya getirmek otizm belirtisi sayılabilir.
 
 
Sınıflandırma
Otizm ilk belirtilerini bebeklik ya da çocukluk döneminde gösteren, ancak remisyon ya da relaps göstermeden düzenli seyir izleyen bir beyin gelişme bozukluğudur.Bozulmalar beynin çeşitli sitemlerinde olgunlaşma ile ilgili değişikliklerden kaynaklanır.Otizm, yaygın sosyal etkileşim ve iletişim anormallikleri, aşırı kısıtlanmış ilgiler ve oldukça fazla tekrar eden davranışlarla tanımlanan beş yaygın gelişimsel bozukluktan (YGB) biridir.Diğer dört YGB arasında Asperger sendromu, belirtiler ve olası nedenler açısından otizme en yakın olanıdır; Rett sendromu ve çocukluğun dezintegratif bozukluğunun çeşitli belirtileri ortaktır ama nedenleri farklı olabilir; başka türlü adlandırılamayan yaygın gelişimsel bozukluk (YGB-BTA) ise ölçütler daha belirgin bir bozukluğu göstermediğinde teşhis edilir.Asperger bozukluğunda otizmin aksine dil gelişiminde önemli bir gecikme yoktur.Otizmin terminolojisi şaşırtıcı olabilir. Otizm, Asperger sendromu ve YGB-BTA genellikle otistik spektrum bozuklukları (OSB) ya da bazen otistik bozukluklar,olarak adlandırılabilirken otizm sıklıkla otistik bozukluk, çocukluk otizmi, erken infantil otizmi ya da bebeklik otizmi olarak adlandırılır. Bu maddede otizm klasik otizm bozukluğu için kullanılmaktadır ancak bazı kaynaklar otizm tanımını OSB’den söz etmek için kullanır ya da OSB ile YGB’yi bir tutar. OSB, göz temasından kaçınmak gibi otistiğe benzer kişisel özelliklere sahip olan ama OSB’si olduğu kesin olmayan geniş otizm fenotipinin bir alt kümesidir.

Otizm; sessiz kalma, zekâ özürlü olma, durmadan el çırpma ya da sallanma gibi ciddi bozukluklar gösteren bireylerden, etkin ama belirgin olarak sıra dışı sosyal yaklaşımlar gösteren, çok dar ilgi odakları olan ve laf ebesi, bilgiçlik taslayan iletişimi olan daha az bozukluk gösteren bireylere kadar çok geniş bir spektrumda kendini gösterir.Bazen IQ eşiklerine ya da bireyin gündelik hayatında ne kadar desteğe gereksinimi olduğuna göre sendrom düşük, orta ya da yüksek işlevli otizm olarak bölümlere ayrılır ancak ölçütleri belirlenmemiş olan bu bölümlemeler tartışmalıdır. Otizm bazen sendrom ve sendrom dışı olarak da ikiye ayrılabilir, belirti gösteren otizm genellikle ciddi veya şiddetli zekâ geriliği ya da tüberoz skleroz gibi fiziksel belirtileri olan doğuştan gelen sendromlarla bağlantılandırılır.Asperger bozukluğu olan bireyler otizm bozukluğu olan bireylere göre kavrama alanında daha başarılı olsa da Asperger bozukluğu, yüksek işlevli otizm ve sendrom dışı otizmin çakışan noktaları çok açık değildir.Bazı araştırmalar, dil ve sosyal becerilerde ilerleyememe yerine on dört aylıktan sonra bu becerilerin kaybı ile otizm teşhisi konduğunu belirtmiştir. Bu fenomen için regresif otizm, kötüleyen otizm ve gelişimsel duraklama gibi çeşitli terimler kullanılmıştır. Bu ayrımın geçerliliği hâlâ tartışmalıdır; regresif otizmin özel bir alttip olması mümkündür.
 










Özellikleri
 
Otizm tek bir belirtiden çok,bir dizi belirti ile fark edilir. Ana özellikleri sosyal etkileşim bozuklukları, iletişim bozuklukları, sınırlı ilgi ve yineleyici davranıştır. Atipik yemek yeme gibi diğer özelliklere sıklıkla rastlanır ama tanı koymak için gerekli değildir.Otizmin belirtileri genel popülasyon içinde tek tek görülür ama patolojik şiddette belirtiler ile kişilik özelliklerini birbirinden kesin hatlarla ayıracak kadar yüksek oranda bağdaştırılamaz.
 
Sosyal gelişim
 
Otizmi olan kişilerin sosyal bozuklukları vardır ve sıklıkla, çoğu insanın farkına varmadan sahip olduğu, diğer kişiler hakkındaki sezgilere sahip değildirler. Tanınmış otistik Temple Grandin, nörotipiklerin sosyal iletişimini anlayamama yetersizliğinden ötürü kendisini "Mars’ta bir antropolog gibi" hissettiğini söylemiştir.
 
Sosyal bozukluklar çocukluğun erken dönemlerinde belirginleşir ve erişkinliğe doğru devam eder. Otistik bebekler sosyal uyaranlara daha az dikkat eder, başkalarına çok daha az bakar ve gülümser ve kendi adlarına çok az tepki verir. Otistik çocukların daha çarpıcı normal dışı sosyal davranışları da vardır; örneğin çok az göz teması kurar, ileriyi düşünen tavırlar gösterir ve başka bir kişinin eli ile oynayarak iletişim kurmaya çalışırlar.Üç ile beş yaş arasındaki otistik çocuklar başkalarına aniden yaklaşmak, duygulara karşılık vermek ve taklit etmek, konuşmadan iletişim kurmak ya da sıra ile bir şeyler yapmak gibi sosyal kavrayışları daha az sergilerler. Ancak, kendilerine bakan kişi ile bağ kurarlar.Normalden biraz daha az güvenli bağlılık gösterirler ama bu özellik zekâ gelişimi daha fazla olan ya da daha az şiddetli OSB’si olan çocuklarda görülmez.OSB’si olan daha büyük çocuklar ve erişkinler yüz ifadesi ve duygu tanıma testlerinde daha kötü sonuçlar alır.
 
Yaygın inanışın aksine otistik çocuklar yalnız kalmayı tercih etmez. Otizmi olanlar için arkadaşlık kurmak ve sürdürmek zor olmaktadır. Ne kadar yalnız olduklarını, arkadaşlarının sayısı değil, arkadaşlıklarının kalitesi belirler.
 
OSB’si olan bireylerdeki saldırganlık ve şiddet hakkında birçok hikâye anlatılır ama çok az sistematik araştırma bulunmaktadır. Eldeki sınırlı sayıdaki veri, zekâ geriliği olan çocuklarda otizmi saldırganlık, eşyalara zarar verme ve öfke nöbetleriyle ilişkilendirir. Dominick et al. OSB’si olan 67 çocuğun ebeveyniyle yaptığı mülakat sonucunda bu çocukların üçte ikisinin şiddetli öfke nöbetleri geçirdiğini ve üçte birinin geçmişinde saldırganlık vakaları olduğunu belirtmiştir. Öfke nöbetleri, geçmişinde dil öğrenme bozukluğu olan çocuklarda belirgin bir şekilde daha yaygındır.
 
İletişim
 
Otizmi olanların üçte biri ile yarısı arasında bir kısmı gündelik iletişim gereksinimlerini karşılayacak kadar doğal konuşma becerisi geliştiremez.İletişimdeki farklılıklar bir yaşından itibaren gözlemlenebilir. Bu farklılıklar, konuşmaya başlamadan önce anlamsız sesler çıkarmaya başlama döneminin gecikmesi, sıradışı el hareketleri, azalan heveslilik ve bakıcının sesine, senkronize olmayan tepkiler olarak sayılabilir. İki ve üç yaşından sonra otistik çocukların daha seyrek ve daha az farklı anlamsız sesler çıkardığı, sözcükler ve sözcük grupları söylediği, el hareketlerinin sözlerle daha az bağlantılı olduğu gözlemlenir. Otistik çocuklar daha az istekte bulunur ya da deneyimlerini paylaşır, çoğunlukla başkalarının sözlerini tekrar ederler (ekolali) ya da kişi zamirlerini karıştırırlar.İşlevsel bir konuşma için birleşik dikkat gerekli gibidir. Birleşik dikkat eksiklikleri OSB’li çocukların farkedilmesini sağlayabilir.Örneğin, işaret edilen nesne yerine işaret eden ele bakabilirler,ve sürekli olarak yaşlarına uygun olarak deneyimleri hakkında " yorum yapmayı" ya da "paylaşmayı " başaramazlar.Otistik çocuklar hayal gücüne dayalı oyunlarda ve sembolleri dile çevirmede zorlanabilir.
 
Birkaç çalışmada yüksek işlevli otistik 8-15 yaşındaki çocuklar kelime bilgisi ve heceleme gibi temel dil görevlerinde kişisel olarak eşleştirildikleri kontrol denekleri ile aynı performansı göstermiş, erişkinler ise daha iyi sonuç almıştır. Her iki otistik grubu da, mecazi anlatım, anlama ve sonuç çıkarma gibi karmaşık dil görevlerinde kontrol gruplarına göre daha kötü sonuçlar almıştır. Genellikle insanlar başlangıçta temel dil yetilerine göre ölçüldüğü için bu araştırmalar otistik bireylerle konuşan kişilerin çoğunlukla karşılarındakinin anlayabileceğinden fazla şey anlayacağını düşünebileceklerini göstermektedir.
 
Yineleyici davranış
 
* Oyuncaklarını düzenli bir hat üstünde dizen, otizmi olan küçük bir çocuk.
 
 
Otistik bireyler yineleyici ve sınırlı davranışın birçok türünü gösterirler. Bunlar Gözden Geçirilmiş Yineleyici Davranış Ölçeği’ne göre ( Repetitive Behavior Scale-Revised (RBS-R) şöyle sınıflandırılır:
 
- Stereotipi el çırpma, kafa ve vücut sallama gibi amaçsız hareketlerdir.
- Kompulsif davranış isteyerek yapılır ve nesneleri belirli bir düzende dizmek gibi rutin kuralları izler.
- Tekdüzelik değişikliğe karşı direnç göstermektir; örneğin mobilyaların yer değiştirilmesine karşı çıkma ya da yaptığını yarıda kesmeye karşı çıkma gibi.
- Rutin davranış günlük etkinlikleri her zaman aynı şekilde yapmaktır; örneğin aynı yemeklerin yenmesi ya da aynı giysilerin giyilmesi gibi. Bu davranış, tekdüzelik ile çok yakından ilgilidir ve bağımsız bir değerlendirme çalışması sonucu bu iki faktörün birleştirilmesi önerilmiştir.
- Sınırlı davranış ilgi ve etkinliklerde sınırlı olmaktır; örneğin tek bir televizyon programı ile ilgilenmek gibi.
- Kendini yaralama kişiyi yaralayan ya da kendini ısırma gibi yaralayabilecek hareketleri içerir.
 
Dominick et al., araştırmalarında OSB’si olan çocukların yaklaşık %30’unda kendini yaralama davranışlarından etkilendiğini belirtmiştir.Otizme özel yineleyici bir davranış yoktur ama yalnızca otizmde bu davranışlara çok sık rastlanır ve şiddetleri daha fazladır.
 
Diğer belirtiler
 
Otistik bireyler, tanı konmasına neden olmayan ama hem bireyi hem de ailesini etkileyen başka belirtiler de gösterebilir.OSB’si olan bireylerin çok küçük bir kısmı, önemsiz bilgilerin ezberlenmesinden, otistik savantların olağanüstü yeteneklerine kadar değişen bir yelpazede sıradışı yetenekler sergiler.
 
Algısal uyaranlara karşı alışılmadık tepkiler otistik çocuklarda daha yaygın ve belirgindir ancak algısal belirtilerin otizmi diğer gelişim bozukluklarından ayırdığına dair yeterli kanıt bulunmamaktadır.Bu tepkilere çocuklarda daha sık rastlanır: Otistik yetişkinlerde görülmemesine rağmen, otistik çocuklarda dokunarak algılama bozuklukları olduğunu gösteren birkaç çalışma vardır. Aynı çalışmalar otistik erişkinlerin karmaşık hafıza ve fikir yürütme konularında daha çok sorunları olduğunu göstermiştir; bu sorunlar yetişkinlerde daha belirgindir.Çeşitli çalışmalar, kas güçsüzlüğü (hipotoni), kaba motor disfonksiyon (apraksi) ve parmak uçlarında yürüme gibi değişik motor bozukluklara rastlandığını göstermiştir; OSB’de şiddetli motor bozukluklar görülmez.
 
Atipik yeme davranışı OSB’si olan çocukların dörtte üçünde görülür ve eskiden tanı koymada bir gösterge olarak kullanılırdı. Seçicilik en yaygın sorundur, ama yeme ritüelleri ve yemeği reddetmek gibi sorunlarda ortaya çıkabilir,bunlar yetersiz beslenme ile sonuçlanmaz. Bazı otistik çocuklarda gastrointestinal (Gİ) semptomlar görülse de otistik çocukların normalden daha fazla Gİ sorunları olduğunu destekleyecek yeterli basılı veri bulunmamaktadır;çalışmalar çelişkili sonuçlar vermektedir ve Gİ sorunları ile OSB arasındaki bağlantı tam olarak belli değildir.
 
Gelişimsel bozuklukları olan çocuklarda uyku sorunlarının çok yaygın olduğu bilinmektedir, eldeki kanıtlara göre OSB’si olan çocukların daha da fazla uyku sorunu bulunduğu görülmüştür. Otistik çocuklar, uykuya dalmakta zorlanma, sık sık geceleri uyanma ve sabahları erken kalkma gibi sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedirler. Dominick et al. OSB’si olan çocukların üçte ikisinin uyku sorunları olduğunu belirtmiştir.
 
OSB’si olan çocukların ebeveynlerinin stres düzeyleri çok yüksektir.OSB’si olan çocukların kardeşlerinin, OSB’den etkilenen kardeşe daha büyük ilgi beslediği ve daha az çatışma içine girdikleri belirtilmiştir. Bu kardeşler erişkin olduklarında kardeşlik ilişkilerinin zayıflaması ve olumsuz sağlık sorunları yaşama riskleri yüksektir.
 
Nedenleri
 
* Delesyon (1), duplikasyon (2) ve inversiyon (3) otizm ile bağlantılı kromozom anomalileridir.
 
 
Otizm kalıtımsal kökenlidir ancak kalıtsallığı oldukça karmaşıktır ve OSB’nin kökeninin çoklu gen etkileşimlerinden mi yoksa ender görülen mutasyonlardan mı kaynaklandığı çok açık değildir.İkizler üzerine yapılan araştırmalar, ortak çevre koşulları ve başka genetik ya da tıbbi sendromlar olmadığı varsayıldığında, otizm riskinin %90’ınından fazlasını kalıtsallığın açıkladığını gösterir. Tipik olarak, otizm Mendel (tek gen) mutasyonu ya da Angelman sendromu veya frajil X sendromu gibi tek kromozom anomalileri ile izlenemez ve OSB ile bağlantılı genetik sendromların yalnızca OSB’ye yol açtığı da gösterilememiştir.Çeşitli genlerde olan mutasyonlar arasında ya da çevre ile mutasyona uğramış genler arasında önemli etkileşimler bulunabilir. Çeşitli genler bunlara aday olarak saptanmıştır ancak her birinin etkisi kendi başına çok küçüktür. Ailelerinde başka otistik olmayan otistik bireylerin çoğu, gen kopya sayısı varyantlarından (Mayoz bölünme sırasında kendiliğinden oluşan delesyon ya da duplikasyonlar) kaynaklanmış olabilir.Dolayısıyla, otizmin önemli bir miktarının kalıtsal olması mümkündür ama kalıtımla geçmemiştir; yani ebeveyn genomunda otizme neden olan mutasyonlar bulunmamaktadır.
 
Doğum kusurlarına yol açan faktörler olan ve otizm riski ile bağlantılı tüm teratojenlerin, gebe kalındıktan sonraki ilk sekiz hafta içinde etkilerinin görüldüğü bildirilmiştir. Bu sonuç, otizmin daha sonra başlama ihtimalini dışarıda tutmasa da otizmin gelişimin çok erken döneminde ortaya çıktığına dair çok güçlü bir kanıttır.Çevresel nedenler ile ilgili kanıtlar bilimsel olarak bulunmasa da detaylı araştırmalar yapılmaktadır.Otizmin oluşmasına ya da kötüleşmesine neden olduğu ileri sürülen çevresel faktörler arasında bazı besinler, bulaşıcı hastalıklar, ağır metaller, solventler, Dizel egzoz gazı, PCBler, plastik ürünlerde kullanılan ftalatlar ve fenoller, pestisitler, bromine alev geciktiriciler, alkol, sigara içme, yasadışı uyuşturucular, ve aşılar bulunur.Ebeveynler çocuklarındaki otistik belirtilerin ilk olarak rutin aşılanma sırasında farkına varsa da MMR aşısı anlaşmazlığı|MMR aşısı (kızamık, kızamıkçık, kabakulak aşısı) ve otizm arasında nedensel bağ bulunmadığını gösteren çok sayıda bilimsel kanıt bulunmaktadır.
 
İşleyişi
 
Yaygın araştırmalara rağmen otizmin nasıl oluştuğu iyi anlaşılamamıştır. İşleyişi iki alana ayrılabilir: Otizm ile ilgili beyin yapıları ve süreçlerinin patofizyolojisi ve beyin yapıları ile davranışlar arasında bulunan nöropsikolojik bağlar.Davranışların birçok patofizyolojisi olduğu görünmektedir
 
Patofizyoloji
 
 
* Otizm beynin birçok bölümünü etkiler.
 
 
Otizmin beyin işlevsel sistemlerinin çoğunu ya da tümünü etkileyen gelişimsel faktörlerden kaynaklandığı ve beyin gelişimini bozduğu anlaşılmaktadır.Nöroanatomik araştırmalar ve teratojenler ile olan bağlantılar, gebe kalındıktan kısa süre sonra beyin gelişimini değiştirmesinin otizmin işleyişinde önemli rol oynadığını göstermektedir.Bu yerel anomali beyinde, çevresel faktörlerin de önemli derecede etkilediği bir dizi patolojik olguya yol açar.Her ne kadar insan beyninin ana yapısı ile ilgili olsa da, hemen hemen tüm postmortem araştırmalar aynı zamanda zekâ geriliği olan bireylerde yapıldığından sonuç çıkarmak çok zordur.Beyin ağırlığı, hacmi ve kafa çevresi otistik çocuklarda genelde daha büyüktür. Patolojik erken aşırı büyümenin hücresel ve moleküler temelleri gibi aşırı büyümüş sinir sistemlerinin, otizmin karakteristik belirtilerinin sebebi olup olmadığı bilinmemektedir. Güncel varsayımlar şöyledir:
 
.Önemli beyin bölgelerinde yerel aşırı bağlantıya neden olan nöron fazlalığı
.Gebeliğin başlarında bozulmuş nöron göçü
.Dengesiz uyarıcı-kısıtlayıcı ağlar
.Sinaps ve dendritik dalların anormal oluşumu
 
Bağışıklık sistemi ve sinir sistemi arasındaki etkileşimler embriyonik gelişimin başlarında başlar ve başarılı bir sinir sitemi gelişimi dengeli bir bağışıklık sistemi tepkisine bağlıdır. Otistik çocuklarda kötü ayarlanmış bağışıklık tepkileri ile uyumlu çeşitli belirtiler olduğu, araştırmalarda belirtilmiştir. Sinir sisteminin gelişiminin kritik dönemlerinde anormal bağışıklık sistemi aktivitesinin OSB’nin bazı türlerinin işleyişinin bir parçası olabilmesi mümkündür.OSB’den başka hastalıklarda görülen otoantikorlar patoloji ile bağlantılı değildir ve OSB’de her zaman bulunmazlar.Dolayısıyla bağışıklık sistemi bozuklukları ile otizm arasındaki ilişki net değildir ve tartışma konusudur.
 
Otizmde, özellikle kanda yüksek serotonin düzeyleri gibi çeşitli nörotransmitter anomalileri tespit edilmiştir. Bunların yapısal ya da davranışsal anormaliklere neden olup olmadığı belli değildir.Ayrıca doğuştan metabolizma bozukluklarının bazıları otizm ile ilşkilidir ancak muhtemelen vakaların %5’inden azında rastlanır.
 
Otizmin ayna nöron sistemi (ANS) teorisi, ANS’nin gelişimindeki bozuklukların taklide engel olduğunu ve otizmin ana özellikleri olan sosyal bozukluklara ve iletişim zorluklarına yol açtığını ileri sürer. ANS, bir hayvan bir eylemde bulunduğunda ya da kendi türünden bir hayvan aynı eylemi yaptığında işleyen bir sistemdir. ANS, başkalarının eylemlerinin, niyetlerinin ve duygularının somut simülasyonu yoluyla davranışlarını modellemeye olanak sağlayarak, bireyin başkalarını anlamasına yardımcı olabilir.Bu varsayımı test eden birkaç çalışma, OSB’si olan bireylerin ANS bölgelerinde yapısal anormallikler olduğunu göstermiştir. Asperger sendromu olanlarda taklidin oluştuğu çekirdek devrede gecikme gibi bu anormalliklerin varlığıyla birlikte, OSB’li çocuklarda azalmış ANS aktivitesiyle belirtilerin şiddeti arasında bir bağıntı (korelasyon) olduğu gösterilmiştir.Ancak, otistiklerin, ANS dışında bulunan birçok bölgelerinde de anormal beyin aktiviteleri bulunur ve ANS teorisi otistik çocukların bir hedef ya da amaç içeren taklit görevlerindeki normal performanslarını açıklamaz.
 
Otistik erişkinler üzerinde 2008 yılında yapılan bir araştırma, sosyal ve duygusal yönlendirme ile ilgili geniş beyin ağı olan ön dikkat sisteminde işlevsel düzenin değiştiğini ama dikkati toplama ve hedefe yönelik düşünme ile ilgili arka dikkat sisteminin bozulmamış olduğunu göstermiştir.2008 yılına ait bir beyin görüntüleme araştırması, singulat girusta OSB’li bireylere özgü bir dizi sinyal bulunduğunu ortaya çıkardı.
 
 
* İşlevsel manyetik rezonans görüntüleme otizmin bağlantı azlığı teorisini destekleyen bazı kanıtlar sağlar.
 
İşlevsel manyetik rezonans görüntüleme otizmin bağlantı azlığı teorisini destekleyen bazı kanıtlar sağlar.

Otizmin düşük bağlantı teorisi, otizmde üst düzey nöral bağlantıların ve senkronizasyonunun düşük işlevselliğinin bulunduğunu ve bunların yanı sıra alt düzey süreçlerin de fazlalığını varsayar.Bu teoriyi destekleyen kanıtlar otistik bireyler üzerinde yapılan işlevsel sinir sistemi görüntüleme araştırmaları ile bulunmuştur.Bir beyin dalgası araştırması da OSB’li erişkinlerin korteksinde yerel aşırı bağlantı olduğunu ve frontal lob ile korteksin diğer bölgeleri arasında zayıf işlevsel bağlantılar olduğunu göstermiştir.Diğer kanıtlar, düşük bağlantıların korteksin her iki hemisferinde olduğunu ve otizmin assosiasyon korteksinin bir bozukluğu olduğunu gösterir.
 
Nöropsikoloji
 
Otistik beyinler ve davranışlar arasındaki bağlantılar arasında iki ana bilişsel teori kategorisi önerilmiştir.
 

İlk kategori sosyal kavramada görülen eksikler üzerine yoğunlaşır. Aşırı sistemlilik varsayımına göre otistik bireyler sistematik davranışlarda bulunabilir yani içsel olaylarla başaçıkabilmek için içsel hareket kuralları geliştirebilir ama diğer faktörler tarafından oluşturulan olaylarla başaçıkabilmek için empati yapmakta daha az başarılıdırlar. Bu varsayım aşırı erkek beyni teorisini genişletir. Bu teori, otizmin, psikometrik olarak empatiden çok sistematikte başarılı olan bireyler olarak tanımlanan erkek beyninin aşırı bir durumu olduğunu varsayar. Bu da daha önceki zihin teorisi ile ilişkilidir. Zihin teorisi, otistik davranışın, bireyin zihinsel durumlarını kendisine ya da başkasına yükleme yetisinin olmamasından ortaya çıktığını varsayar. Zihin teorisi, başkalarının güdüleri hakkında yorum yürütme ile ilgili Sally ve Anne testine otistik çocukların verdiği atipik cevaplarla desteklenir ve otizmin ayna nöron sistemi teorisi ile örtüşür.
 
İkinci kategori sosyallik dışı ve genel süreçler üzerine yoğunlaşır. Kendini yönetme sistemi fonksiyon bozukluğu teorisi otistik davranışın esneklik, planlama ve diğer yönetsel fonksiyonlarda bulunan eksikliklerden kaynaklandığını varsayar. Teorinin güçlü yanı stereotipik davranışları ve sınırlı ilgiyi öngörmesidir; zayıf yanı ise küçük otistik çocuklarda yönetsel fonksiyon bozukluklarının bulunmamasıdır.Zayıf merkezî tutarlılık teorisi, büyük resmi görmede sınırlı yeteneğin otizmin merkezî bozukluğunun temelinde yattığını varsayar. Teorinin kuvvetli bir yanı, otistik insanların performansındaki zirveleri ve özel yetenekleri öngörmesidir.Bağlantılı bir teori olan genişlemiş algısal fonksiyon teorisi, daha çok otistik bireylerde yerel olarak yönlenmiş ve algısal işlemlerin üstünlüğü üzerine yoğunlaşır.Bu teoriler otizmin düşük bağlantı teorisi ile örtüşür. İki kategori de kendi başına tatmin edici değildir; sosyal bilişim teorileri otizmin katı ve yineleyici davranışını kolayca açıklayamaz, sosyallik dışı teoriler de sosyal bozukluğu ve iletişim zorluklarını açıklamakta zorluk çeker. Karşılaşılan bozuklukların çoğu üzerine kurulmuş birleşik bir teori daha yararlı olabilir.
 
Tarama
 
OSD’si olan çocukların ebeveynlerinin yaklaşık yarısı çocuklarının sıradışı davranışlarını 18 aylıktan itibaren, yaklaşık beşte dördü de yaklaşık 24 aylıktan itibaren farkederler.Tedaviyi geciktirmek uzun süreli sonuçlarda etkili olacağından, aşağıdaki belirtilerden herhangi birini gösteren çocukların bir uzman tarafından zaman geçirmeden değerlendirilmesi gerekir:

  • 12 aylığa gelindiğinde çocuğun hiç gevelemeye başlamaması.
  • 12 aylığa gelindiğinde el işaretlerinin yokluğu ( parmakla gösterme, el sallama, vb.)
  • 16 aylığa gelindiğinde tek bir kelime bile edilmemesi.
  • 24 aylığa gelindiğinde hiç kendiliğinden iki kelimelik konuşma olmaması ( ekolali dışında.)
  • Herhangi bir yaşta dil ya da sosyal becerilerden herhangi birinin kaybı.
American Academy of Pediatrics (Amerikan Pediatri Akademisi) tüm çocukların, 18 ve 24 aylık doktor muayeneleri sırasında otizme özel tarama testleri ile OSB için taranmasını önermektedir.Buna karşılık UK National Screening Committee (Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Taraması Komitesi), tarama araçlarının tamamen onaylanmadığı ve etkinlikleri için yeterli kanıt bulunmadığı için genel popülasyonda OSB taraması yapılmamasını önermektedir. Tarama araçlarının arasında Modified Checklist for Autism in Toddlers (M-CHAT) (Yürüme çağındaki bebeklerde otizm için değiştirilmiş kontrol listesi), Otistik Özellikler için Erken Tarama Anketi ve İlk Yıl Envanteri gibi araçlar bulunur. M-CHAT ve öncülü CHAT hakkındaki ilk veriler, 18-30 aylık çocuklarda, en iyi klinik ortamlarda kullanıldığını ve düşük hassasiyeti (çok yanlış negatif) ama iyi belirliliği (düşük yanlış pozitif) olduğunu göstermektedir.Bir kültürün normlarına göre (örneğin göz teması normları), geliştirilmiş tarama araçları farklı bir kültürde kullanıldığında uygun olmayabilir.Otizm için genetik tarama henüz pratik değildir.

Tanı

Otizm tanısı, nedenine ya da işleyişine göre değil, davranışlara göre yapılmaktadır. DSM-IV-TR’de otizmin toplamda en az altı belirti gösterdiği tanımlanır; bu belirtilerin en az ikisi sosyal etkileşimde nitel bozukluk, en az bir tanesi iletişimde nitel bozukluk ve en az bir tanesi de sınırlı ve yineleyici davranış olmalıdır. Örnek belirtiler arasında, sosyal ve duygusal karşılıklılık eksikliği, dilin stereotipik ve yineleyici kullanımı ya da idiosinkratik (kişiye özgü) dil kullanımı ve nesnelerin parçaları ile ısrarlı olarak ilgilenme bulunur. Sosyal etkileşimde, sosyal iletişimde kullanılan dilde ya da sembolik ve hayalî oyunlarda görülen anormallikler ve gecikmelerin ortaya çıkışı üç yaşından önce olmalıdır. Ne Rett sendromu ne de çocukluğun dezintegratif bozukluğu bu belirtileri daha iyi açıklamamalıdır.ICD-10 hemen hemen aynı tanımlamayı kullanır.
 
Tanı koymak için çeşitli araçlar bulunur. Bunlardan, otizm araştırmasında sıklıkla kullanılan ikisi ebeveyn ile görüşmeden oluşan Otizm Tanı Görüşmesi – Gözden Geçirilmiş (ADI-R) ve çocuk ile etkileşim ve gözlemi içeren Otizm Tanı Gözlem Ölçeğidir. Çocukluk Otizmini Derecelendirme Ölçeği (CARS) klinik ortamlarda çocuğu gözlemlemeyi temel alır ve otizmin şiddetini belirlemek için yaygın olarak kullanılır.
 
Çocuk doktoru genellikle çocuğun gelişim tarihçesini alarak ve çocuğu fiziksel muayeneden geçirerek bir ön inceleme yapar. Eğer izin verilirse, tanı ve değerlendirmeler OSB uzmanlarının yardımıyla yapılır. Bunun için standart araçlar kullanılarak bilişsel, iletişimsel, ailevi ve diğer faktörler değerlendirilir ve gözlemlenir, ayrıca bağlantılı tıbbi durumlar göz önüne alınır. Bu aşamada OSB için ayırıcı tanı, ayrıca zekâ geriliği, duyma kaybı ve Landau-Kleffner sendromu gibi bir gelişimsel dil bozukluğunu da içermelidir.OSB için bazen 14 aylık iken tanı konabilir ama tanı ilk üç yaş için giderek daha kararlı olur. Yani bir yaşında OSB tanı kriterlerine uyan bir çocuğun, üç yaşında bu kriterlere uyan bir çocuğa göre yaşamının ileriki dönemlerinde bu belirtileri göstermeme olasılığı daha fazladır. Birleşik Krallık’ta National Autism Plan for Children (Çocuklar İçin Ulusal Otizm Planı) ilk şikâyetlerden itibaren tanının konması ve değerlendirme için en çok 30 hafta süreyi önerir ama uygulamada çok az vaka bu kadar hızlı değerlendirilebilir. ABD’de 2006 yılında yapılan bir araştırma bir uzman tarafından yapılan ilk değerlendirmenin ortalama 48 aylık iken yapıldığını ve resmî OSB tanısının ortalama 61 aylık iken, yani ortalamada 13 aylık bir fark ile konulduğunu göstermektedir. Bu süreler önerilen sürelerin çok üzerindedir.
 
Medikal genetik değerlendirmeler, özellikle diğer belirtiler genetik bir neden olduğuna işaret ediyorsa, OSB tanısı konduktan sonra sıklıkla yapılır. Her ne kadar genetik teknoloji, klinik genetikçilerin vakaların tahmini %40’ını genetik nedenlere bağlamasına olanak verse de, ABD ve Birleşik Krallık’ta fikir birliği yönergeleri yüksek çözünürlüklü kromozom ve frajil X testi ile sınırlıdır. Yeni genetik testler ortaya çıktıkça, çeşitli etik, yasal ve sosyal sorunlar ortaya çıkacaktır. Otizmin genetik karmaşıklığı göz önüne alındığında, testlerin piyasaya çıkması, bu test sonuçlarının nasıl kullanılacağının anlaşılmasından önce olacaktır. Metabolik ve sinir sistemi görüntüleme testleri bazen yararlı olur ama rutin olarak kullanılmazlar.
 
Marjinal vakalarda, otizm varken tanı konulamaması ya da yanlışlıkla otizm tanısı konması sorunları ile karşılaşılabilir. Son zamanlarda artan OSB vakalarının nedeni de tanı uygulamalarında yapılan değişikliklerdir. İlaç ile tedavi seçeneklerinin tanınırlığının artması ve sağlanan yararların genişlemesi OSB tanısının konmasını teşvik etmiş, dolayısıyla da belirgin olmayan belirtileri olan çocuklara da otizm tanısı konmuştur. Buna karşın, tarama ve tanı koymanın maliyeti ve bunun karşılanmasının zorluğu tanı konmasını geciktirmekte ve engellemektedir.Görme kaybı olanlarda otizm tanısı koymak oldukça zor olmaktadır çünkü hem tanı kriterlerinin bir kısmı görme ile ilgilidir hem de yaygın körlük belirtileri ile otizm belirtilerinin bazıları örtüşür.
 
Psikopatolojiler
 
Otizm ile birlikte hasta üzerinde oluşan çeşitli psikopatolojiler şunlardır:

  • Aleksitimi (duygu körlüğü): Duygu algılama zaafı fazladır.
  • Dikkat: dış uyarılardan kaynaklanan dürtüsellik ve hiperaktivite
  • Kromozom: kromozom anormallikleri vardır.
  • Depresyon, Fobik bozukluklar, post-travmatik stres bozuklukları, OKB'ler, yemek yeme bozuklukları, uykusuzluk gibi çeşitli ek sorunlar hastada yaygın olabilir. Burda erken tanı çok önemli kılmaktadır.
  • Epilepsi, bu durum kendiliğinden defalarca bilinmeyen bir nedenle değil, en az iki nöbet meydana geldiğinde anlaşılır.
  • Frajil-X sendromu:
  • Öğrenme bozukluğu, özel beceri ve açıkları ile karakterize bir neuropsycholgisches sendromu.
  • Prosopagnosia (yüz körlüğü): hasta tanıma zorluğu ile karşı karşıyadır. Buna gördüğü bireyleri tanıma zorluğu çeken otistik bireylerde ilave edilebilir.
  • Tourette sendromu Tic görünümü ile karakterize bir nöropsikiyatrik durumdur.
  • Tuberoskleroz ve malformasyonlar ve beyin, deri değişiklikleri tümörleri genellikle iyi huylu tümörler diğer organ sistemleri ile ilişkili sık epileptik nöbetler ve zihinsel engelli tarafından klinik olarak karakterize genetik bir hastalıktır.

Başa çıkma

Tedavinin ana amaçları, ilgili bozuklukları ve ailenin çektiği sıkıntıyı azaltmak ve yaşam kalitesi ile işlevsel bağımsızlığı artırmaktır. En iyi tedavi yöntemi diye bir şey yoktur ve genellikle tedavi çocuğun gereksinimlerine göre ayarlanır. Küçük yaşlarda yoğun ve sürekli eğitim programları ve davranış terapileri çocukların kendine bakabilme, sosyal ve iş yetileri kazanabilmesine yardımcı olur ve sıklıkla işlevselliği artırır, belirtilerin şiddetini ve uyumsuz davranışları azaltır. İki ile üç yaş arasında müdahale etmenin çok önemli olduğu iddiaları kanıtlanamamıştır. Geçerli yaklaşımlar arasında uygulamalı davranış analizi, gelişimsel modeller, yapısal öğretme, konuşma ve dil terapisi, sosyal yetiler terapisi ve ergoterapi bulunur. Eğitsel müdahalelerin çocuklar üzerinde biraz etkili olduğu görülmüştür, yoğun uygulamalı davranış analizi tedavisinin okulöncesi çocuklarda toptan işlevliliği artırdığı gösterilmiştir  ve küçük çocukların entelektüel performanslarını geliştirmek için yararlıdır. Erişkinler için uygulanan programların etkinliği üzerine yapılmış olan sınırlı araştırmalar farklı sonuçlar gösterir.
 
OSB ile ilgili sorunları tedavi etmek için birçok ilaç kullanılmaktadır. ABD’de OSB tanısı konan çocuklardan yarısından fazlasına psikotrop ilaçlar ya da antikonvulsanlar reçete ile verilmektedir, bunların arasında en yaygın ilaç sınıfları antidepresanlar, stimülanlar ve antipsikotiklerdir. Antipsikotiklerin dışında, OSB’li erişkinler ve yeniyetmeler için ilaç tedavilerinin etkinliği ve güvenliği üzerine yetersiz sayıda güvenilir araştırma bulunmaktadır. OSB’li bir kişi ilaçlara atipik tepkiler verebilir, ilaçların ters etkisi olabilir ve bilinen hiçbir ilaç otizmin ana belirtileri olan sosyal ve iletişimsel bozuklukları dindirmez.
 
Birçok alternatif terapi ve müdahale yöntemi bulunsa da, bunların çok azı bilimsel araştırmalarla desteklenmektedir. Tedavi yaklaşımlarının yaşam kalitesi kapsamında çok az deneysel desteği bulunur ve birçok program öngörüsel geçerlilik ve gerçek dünyaya uygunluk gibi konuları kapsamayan başarı ölçütleri üzerine yoğunlaşır. Hizmet sağlayıcıları için bilimsel kanıtların, tedavi programı pazarlama, eğitimi sağlama ve ebeveyn istekleri kadar önemli olmadığı görülmektedir. Melatonin gibi birçok alternatif tedavi yönteminin, yalnızca hafif ters etkileri olsa da 2008 yılında yapılan bir araştırmada kazein kullanılmayan diyetin otistik çocuklarda önemli ölçüde kemiklerin ince olmasına neden olduğu bulunmuştur, ve yanlış yapılan bir keleyşın terapisi sonucu 2005 yılında beş yaşında bir otistik çocuk ölmüştür.
 
Otizm tedavisi pahalıdır ve doğrudan olmayan maliyet oldukça yüksektir. ABD’de yapılan bir çalışma 2000 yılında doğmuş birisi için yaklaşık %10 tıbbi bakım, %30 fazladan eğitim ve %60 kayıp ekonomik verimlilik ile ortalama masrafın 3,2 milyon ABD doları olduğunu göstermiştir.Kamu destekli programlar genellikle herhangi bir çocuk için yetersiz kalmakta ya da uygun olmamakta, tıbbi ya da terapi içerikli masraflar aileler için ekonomik sorunlara neden olmaktadır.; ABD’de 2008 yılında yapılan bir çalışma OSB’li çocukları olan ailelerin yıllık gelirinde ortalama %14’lük bir kayıp olduğunu göstermiştir.Çocukluk döneminden sonra karşılaşılan ana konular ise, evde bakım, iş eğitimi ve yerleştirme, cinsellik, sosyal yetiler ve miras planlamasıdır.

Prognoz

Otizmin çaresi yoktur. Çocuklar bazen yoğun bakımdan sonra, bazen bakım görmeden düzelebilmektedir ama bunun ne kadar sıklıkta olduğu bilinmemektedir. Otistik birçok çocuğun sosyal desteği, anlamlı ilişkileri, gelecekte iş olanakları yoktur ve kendi geleceklerini şekillendiremezler. Her ne kadar ana zorluklar kalsa da çocukluk ilerledikçe belirtiler ara sıra daha az şiddetli hâle gelir. Az sayıda yüksek kaliteli araştırma uzun dönem prognoz üzerinedir. Bazı erişkinler iletişim yetilerinde mütevazı oranda gelişme gösterir, ama bir kısmı da kötüleşir; orta yaştan sonraki otizm üzerine hiçbir araştırma yapılmamıştır. Altı yaşından önce dil yetisine ulaşma, IQ’su 50’nin üzerinde olma ve iş yetisi edinme, ilerisi için daha iyi sonuçlar verebilmektedir; ama şiddetli otizmi olanların bağımsız yaşamaları pek mümkün değildir. Birleşik Krallık’ta 2004 yılında yapılan bir araştırmada, 1980 yılından önce otistik tanısı konmuş ve IQ’su 50’nin üzerinde olan 68 erişkinin %12’sinin önemli bir bağımsızlık kazandığını, %10’unun arkadaşları olduğunu, çalıştığını ama biraz desteğe ihtiyacı olduğunu, %19’unun biraz bağımsız olduğunu ama genellikle evde yaşadığını ve gündelik yaşamında önemli desteğe ve bakıma ihtiyacı olduğunu, %46’sının OSB üzerine uzmanlaşmış kurumlarda kaldığını ve çok sınırlı otonomileri olup önemli ölçüde destek gördüğünü ve %12’sinin de hastanede bakım altında olduğunu göstermiştir. İsveç’te 78 erişkin üzerinde 2005 yılında yapılan ve düşük IQ’sü olanların da bulunduğu araştırmada daha kötü bir prognoz çıkmıştır; örneğin yalnızca %4'ün bağımsızlığını kazanabildiği görülmüştür. Kanada’da 2008 yılında okulöncesi dönemde otizm tanısı konmuş 48 genç erişkin üzerinde yapılan araştırma sonucunda, zayıf (%46), orta (%32), iyi (%17) ve çok iyi(%4) olarak çıkmış; yalnızca %56’sının genellikle gönüllü ya da yarı zamanlı işe girdiği görülmüştür. Tanı uygulamalarında değişiklikler ve etkin erken müdahalenin artan kullanılabilirliği bu araştırmaların sonuçlarının yakın zamanda tanı konmuş çocuklar için de geçerli olup olmayacağına açıklık getirmemektedir.

Epidemiyoloji

 

* ABD’de bildirilen otizm vakalarının sayısı 1996-2005 arasında önemli ölçüde artış göstermektedir. Otizmin prevalansından kaynaklanan büyümenin ne olduğu bilinmemektedir.
 
 
En güncel araştırmalar otizmin prevalansını 1.000 kişiye 1-2, OSB’nin prevalansını da 1.000 kişiye 6 kadar tahmin etmektedir. Yetersiz veri nedeniyle, bu rakamlar OSB’nin gerçek prevalansını az tahmin etmiş olabilir.YGB-BTA OSB’nin büyük çoğunluğunu oluşturur, Asperger sendromu yaklaşık 1.000 kişi için 0,3 kadardır ve diğer OSB türleri oldukça ender görülür.Bildirilen otizm vakaları 1990’larda ve 2000’lerin başında oldukça önemli oranda artış gösterdi. Bu artışın nedeni büyük oranda tanı uygulamalarında, başvurulan modellerde, hizmetlerin ulaşılabilirliğinde, tanı yaşında ve kamu bilincinde olan değişikliklere yorulabilir, yine de şu anda tanımlanamamış çevresel faktörler gözardı edilmemelidir.Aynı dönemde otizmin prevalansının artıp artmadığı bilinmemektedir. Prevalanstaki bir artış, genetik üzerine yoğunlaşmaktan çok çevresel faktörleri değiştirmek için daha çok dikkat edilmesi gerektiğini gösterecektir.
 
Otizm riski, çeşitli prenatal ve perinatal faktörlerle bağlantılıdır. Risk faktörleri üzerine 2007 yılında yapılan bir araştırmada, ilerlemiş annelik yaşı, ilerlemiş babalık yaşı ve annenin Avrupa ile Kuzey Amerika dışında doğmuş olması gibi ebeveyn özellikleri ile de bağlantılar bulunmuştur. Ayrıca düşük doğum ağırlığı, kısa gebelik süresi ve doğum sırasında hipoksi gibi doğuma bağlı faktörlerin de bağlantısı olduğu görülmüştür.
 
Otizm çeşitli diğer durumlarla da bağlantılıdır:
 
Genetik bozukluklar: Otizm vakalarının yaklaşık %10-15’inin nedeni tanımlanabilir Mendel (tek gen) mutasyonu, kromozom anomalileri ya da diğer genetik sendromlardır ve OSB çeşitli genetik bozukluklarla bağlantılıdır.
 
Zekâ geriliği: Büyük Britanya’da 2001 yılında 26 otistik çocuk üzerinde yapılan bir araştırma, %30’unun zekâsının normal düzeyde (IQ’su 70’in üzerinde) olduğunu, %50’sinin orta derece zekâ geriliğine, %20’sinin de aşırı zekâ geriliğine (IQ’su 35’in altında) sahip olduğunu göstermiştir. Otizm dışındaki OSB için bu bağlantı daha zayıftır: Aynı çalışma YGB-BTA ya da Asperger sendromu olan 65 çocuğun yaklaşık %94’ünün normal zekâ düzeyine sahip olduğunu göstermiştir.
 
Erkeklik: Erkek çocukların otizme yakalanma riski kız çocuklardan daha yüksektir. OSB cinsiyet oranı ortalama 4,3/1’dir ve bilişsel bozuklukla büyük değişiklik gösterir: zekâ geriliğinde 2/1, zekâ geriliği olmadığında ise 5,5/1’dir.
Epilepsi: Bu durum, yaşa, bilişsel düzeye ve dil bozukluğunun türüne göre çeşitlilik arz eder.
Çeşitli metabolik bozukluklar, fenilketonüri gibi, otistik belirtilerle bağlantılıdır.
 
Tarihçe
 
Otizmin adı konmadan çok önce otistik semptomlar ve tedavisi tanımlanmıştır. Martin Luther’in eserlerinde şiddetli derecede otistik olabilecek olan 12 yaşında bir erkek çocuğun öyküsü vardır.Luther’in yazıcısı Johannes Mathesius’a göre Luther çocuğun şeytan tarafından ruhuna girilmiş, ruhsuz bir et parçası olduğunu düşünmüş ve boğulmasını önermiştir.1798’de yakalanmış yabani bir çocuk olan Aveyronlu Victor, otizmin çeşitli belirtilerini göstermiştir; tıp öğrencisi Jean Itard, sosyal bağlar kurmasına ve taklit yoluyla konuşmasını sağlamaya yarayan davranışsal bir programla çocuğu tedavi etmiştir.
 
Neo-Latin autismus sözcüğü İsviçreli psikiyatr Eugen Bleuler tarafından şizofreninin belirtilerini tanımlarken 1910 yılında türetilmiştir. Bleuler sözcüğü Yunanca autos (αὐτός, kendi anlamında) sözcüğünden türetmiş ve kişinin kendisine olan hastalıklı hayranlığı anlamında kullanmıştır: "Dışarıdan gelen herhangi bir etkinin dayanılmaz bir rahatsızlık vermesine karşın hastanın fantezilerine otistik çekilmesi."
 
Otizm sözcüğü günümüzdeki anlamında ilk defa 1938 yılında Viyana Üniversite Hastanesi’nden Hans Asperger tarafından çocuk psikolojisi üzerine verdiği Almanca bir derste Bleuler’in "otistik psikopatlar" terminolojisi ile kullanılmıştır.Asperger, günümüzde Asperger sendromu olarak bilinen bir OSB türünü araştırıyordu, ancak bu sendrom çeşitli nedenlerden ötürü 1981’e kadar ayrı bir tanı olarak tanınmamıştır.Johns Hopkins Hastanesi’nden Leo Kanner 1943 yılında çarpıcı davranışsal benzerlikler gösteren 11 çocuk hakkında yazdığı raporunda ilk olarak erken infantil otizm terimini kullanmıştır. Kanner’in ilk makalesinde tanımlanan, özellikle "otistik yalnızlık" ve "tekdüzelikte ısrar" gibi özelliklerin hemen hemen tümü hâlâ otistik spektrum bozukluklarının tipik özellikleri olarak görülmektedir. Kanner’in, terimi Asperger’den bağımsız olarak kullanıp kullanmadığı bilinmemektedir.
 
Kanner'in otizm sözcüğünü tekrar kullanması yıllarca " infantil şizofreni " gibi terminoloji karmaşasına yol açtı ve 20. yüzyılın ortalarında çocuk psikiyatrisinin anne yoksunluğu üzerine yoğunlaşması, otizmin, "buzdolabı annelere" çocuğun tepkisi olduğu gibi yanlış kanılara yol açtı. 1960’ların sonundan başlayarak otizmin, yaşam boyu sürdüğünü, zekâ geriliği, şizofreni ve diğer gelişimsel bozukluklardan farkını ve ebeveynleri aktif terapi programlarına katmanın getirdiği faydaları göstererek ayrı bir sendrom olduğu kabul edildi. 1970’lerin ortalarına kadar otizmde genetiğin rolü üzerine çok az kanıt bulunmaktaydı ancak günümüzde otizmin tüm psikiyatrik durumlar içinde en kalıtsal olanı olduğu düşünülmektedir.
 
Ebeveyn organizasyonlarının ortaya çıkışı ve çocukluk OSB’si hakkındaki sosyal stigmanın yıkılması ile birlikte OSB’nin etkileri, sınırları ve tedavisi hakkında görüşler büyük ölçüde etkilenmiştir. Genel Ağ, otistik bireylere başa çıkmakta zorlandıkları sözsüz işaretlerden ve duygusal paylaşımdan bağımsız olarak çevrimiçi topluluklara katılmalarına ve uzaktan çalışmalarına yardımcı olmuştur. Otizmin sosyolojik ve kültürel yönleri gelişmiştir; topluluk içinde bazıları bir çare aramakta, diğerleri ise otizmin varolmanın yalnızca başka bir yolu olduğuna inanmaktadır.

D İ K K A T   U Y A R I !
Yukarıdaki açıklamalar bilgi amaçlıdır.
Yazılanlar TIBBİ Uyarı ve Öneri değildir.
TIBBİ AMAÇLA KİŞİSEL OLARAK KULLANILAMAZ
 
 
TIKLA OKU !
RADYO / RADIO
 
 
OTİZM ancak bu kadar güzel anlatılır !
 
 

HAZIRLAYAN VE PROJEYİ YÖNETEN
Dr. Hakan DOLGUN (PhD)
Uzm.Pedagog
Konak & Hisar Anadolu İHL


Öğrencilerle, “ Okul Ortamında Film Terapi ve Psikoterapötik Analiz “ uygulamamızdan bir enstantane

01 HAZİ RAN 2015
  İ Z M İ R