BİR ATÖLYE / WORKSHOP ÇALIŞMASI
. ÖĞRENCİLER İLE BİRLİKTE FİLM GÖSTERİMLERİ VE PSİKOTERAPÖTİK ANALİZLER
KONAK ANADOLU İHL PDR SERVİSİ PROJE KOD: UW-015 / V1.v.2D
2014-2015 Eğitim ve Öğretim Yılı’
nda Konak Anadolu İmam Hatip Lisesi ve Hisar Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencileri
ile Film Terapi Uygulaması / Atölye Çalışması – Workshop için KONAK & HİSAR KIZ ANADOLU İHL PDR Servisi olarak KOD: UW-015 / V1.v.2D no'lu
bir proje hazırladık ve okul yönetiminin oluru ve desteği ile uygulamaya
koyduk. Proje uygulaması 2015-2016 Eğitim ve Öğretim Döneminde de devam
edecektir.
Projeye verdikleri maddi ve
manevi destekten dolayı başta okul müdürü Sayın Ali KAYA olmak üzere, okul Md.Yrd.
Sayın Rukiye DOĞRU ile tüm okul yöneticisi ve öğretmenlerimize özel teşekkürü PDR
Servisi uzmanları olarak bir borç biliriz.
Projenin
amacı öğrencilerin psikopatolojik yapılarını ön plana çıkarmak ve teşhis koyup
etiketleyip, tasniflemek olmayıp, öğrencilerde Psikolojik Sorunlar ve
Hastalıklar hakkında bilgilenme ve iç-görü kazanmalarını amaçlamaktadır. Ayrıca
bir diğer önemli amaç toplumda birlikte yaşadıkları Engelli Bireyler hakkında
bilgi ve iletişimlerinde farkındalık geliştirebilmeleridir.
Proje okulumuzun tüm Hazırlık, 9.
10. 11. ve 12. sınıf öğrencilerini, okulumuzda görev yapan tüm branşlardaki öğretmen
ve okul idarecilerini kapsamaktadır.
HEDEFLER
Okul Ortamında Film Terapi Uygulaması Bir Atölye Çalışması-Workshop hedefleri;
1-
Öğrencilere 1 eğitim ve öğretim yılı süresince konu ve
içerik analiz ve tasnifi yapılmış en az 5 film izlettirmek ve bu filmlerin
psikoterapötik analizlerini içeren atölye çalışmaları / workshop ‘ larını interaktif
uygulama süreci ile gerçekleştirmek.
2-
Öğrencilerde zaman, mekan, olay algılarını geliştirerek,
davranış ve olaylara neden-sonuç ilişkisi üzerinden bakarak analitik düşünce
kazanmalarını sağlamak.
3-
Toplumda Engelli Bireylerin % 10 gibi oldukça yüksek bir
oranda olduklarını bilmek ve onların yaşam koşullarının iyileştirilmesinde
aktif olarak kamuoyu gücü oluşturmak.
4-
Engel Grupları hakkında detaylı bilgi sahibi olmalarını
ve Engelli Bireyler ile birlikte yaşama beceri ve kültürlerini geliştirmek.
5-
Kendi ruh ve beden sağlıklarının korumalarının önemini
ve yollarını bilmek, bu konuda gerekli kişisel ve profesyonel önlemleri almak.
6-
Okul ve yaşadıkları çevreye uyumlarını, kişisel, iletişim
ve sosyal becerilerini geliştirmek ve kendi potansiyelleri hakkında doğru değerlendirmelerde
bulunmalarını sağlamak.
YÜRÜTME
Bu proje okul müdürü himayesinde,
ilgili şubelerin müdür yardımcıları ve okul PDR Servisi uzmanlarınca, okulun Dolby
Dıgıtal - Dolby Prologıc Surround II – AudıoVısual donanımlı Okul Konferans Salonu
ve Okul Cep Sineması’ nda yürütülmektedir.
FİLM TERAPİ HAKKINDA
Film terapisi, sinema filmlerinin psikoz bozukluklar
haricinde bazı psikolojik sorunların tedavisinde kullanılması yöntemine dayanan
bir “Grup Uygulaması” dır.
Tarihçe
Yöntem, ilk olarak Gary Solomon'ın 1995 yılında yayınlanan The Motion Picture Prescription: Watch This Movie and Call Me in the Morning: 200 Movies to help You Heal Life's Problems adlı eseriyle öne sürüldü. College of Southern Nevada'da psikoloji profesörü olan Solomon, kitabında 200 kadar filmin oyuncu kadrosu, hikâyesi, terapide kullanılacak iyileştirici temaları ve yorumlarıyla birlikte ele almıştı. Film terapisini terapi seanslarında ilk uygulayanlar ise ABD'li psikiyatrist çift David Cambronne ve Jan Hasley oldu.
Kullanımı
Uzman eşliğinde rahatsızlığın
türüne göre seçilen film izlendikten sonra uzman, kişiyle film hakkında
konuşmakta ve hikâye ve karakterlerin davranışlarıyla kişinin karşı karşıya
kaldığı sorunların önce açığa çıkarılması sonra giderilmesi amaçlanmaktadır.
Film veya kliplerini, depresyon, huzursuzluk, öfke, sinirlilik ve korku
faktörlerinin iyileşmesinde yardımcı metot olarak kullanılmaktadır.
Film terapisinde psikiyatristler,
psikologlar, terapistler, akademisyenler, eğitimciler 8-12 kişilik hasta
gruplarına onların ihtiyaçlarına göre örneğin ilişkilerindeki sorunları,
bağımlılıkları veya yaşadıkları travmalarına yönelik temaları içeren filmleri
seyrettirirler. Haftada bir gerçekleştirilen seanslarda katılımcıların
gösterdikleri gelişmeler uzman tarafından kayıt altına alınır.
Film terapisi, bilişsel ve
davranışsal yaklaşımlar için destekleyici, tedaviyi destekleyici, hızlandırıcı
bir araç olarak da kullanılmaktadır. Terapide hikâyeler, mitler, espriler ve
rüyalara benzer şekilde kullanılabilen metaforlar olan filmler hastanın
bilişsel yapısını anlamayı kolaylaştırmakta ve aynı zamanda izlediği filmdeki davranışa
öykünerek tedaviye daha açık olmaktadır.
Konu hakkında bir de kitabı
bulunan psikiyatrist Fuat Ulus'a göre filmi seyrederken düşünce, his ve
inançlarımızın projeksiyon denilen bir yansıtma mekanizmasıyla filmdeki olay ve
karakterlere ulaşmakta, karakterlerle özdeşleşerek (identifikasyon) ya
algılamakta ya da reddetmekte ve farkında olmadan karakterlerin yerine
geçmekte, daha sonra introjeksiyon denilen bir başka bilinçaltı akım ile
olayları kendi dünyamıza çekmekteyiz. Film bittiğinde ise öğrendiklerimizle
öfke, huzursuzluğumuz ve depresyonumuz da hafiflemeye başlamaktadır. Ulus
kaliteli bir psikolog elinde filmlerin bir ilaç kadar tesir edebileceğini de
öne sürmektedir.
FİLM TERAPİ UYGULAMA
Belli
periyotlarda, belli bir sinema filmi seçilerek, belli psikopatolojik gruplardan
insanlara izlettirilen, film sonunda uzmanların katılımlarıyla gerçekleştirilen
seanslara “ Filmterapi ” demekteyiz. Burada amaç filmdeki konuyla ilgili uygun
grupların ayarlanması ve bu kişilere beyaz perdede filmi izlettirmek temel
alınmaktadır. Akabinde grup terapisine benzer bir yöntem ile uzmanların
yönlendirmesi ve soru-cevap şeklinde katılımcıların filmle ilgili fikir, görüş,
düşünce ve duygularının aktarılması istenir. Filmde kendilerine en yakın
hissettikleri karakterlerin yanı sıra, filmin hangi sahnelerinden ne kadar
etkilendikleri konusuna kadar birçok soru sorulur ve ön planda katılımcının
aktif olduğu bir süreç olarak tarafımızdan uygulanmaktadır.
Filmterapi
için seçilen filmin salonda bulunan kişilerin durumlarıyla yakından ilgili
olmadır ki, bu aşamada katılımcıların analizlerinin iyi yapılmış, öykülerinin
tam anlamıyla alınmış olması koşulu kaçınılmaz olmaktadır. Aksi halde kişi
neden şuan da diğer insanlarla birlikte olduğunu sorgulamak isteyecektir.
Analizi
yapılmış iyi şekilde yapılmış olan kişilerin, filmde hangi kareleri ve hangi
karakterleri kendine yakın bulacağıyla ilgili, Filmterapi ye katılan uzmanın
bir öngörüsü hali hazırda zaten bulunmaktadır. Dolayısıyla film sonunda danışanlarının
görüşlerini alan uzmanlar bir nevi teyit aldıklarını görüyor olmaları işin en
keyifli kısımlarındandır.
Kişiler
kendileriyle ilgili kareler buldukları filmi anlatırlarken, bundan keyif
aldıklarını belli ederler ve her sinematerapi seansından sonra kişilerdeki o
rahatlamış olma durumunu sezebilmeniz mümkün olabilmektedir.
Temel
amaçlardan birisi de kişiye içgörü kazandırmaktır. Çünkü Filmterapi için
seçilen filmler bu yönde ve bu temele dayalıdır. Örneğin, halihazırda sosyal
fobikler için seçilmiş bir filmi bu gruptaki insanlara izlettirerek önce
kendilerini perdede görmelerini sağlamak ikincil amaçken, birincil amaç filmterapi
sonunda kalabalık ortamda konuşmalara katılımını sağlamaktır. Onların
kendilerini ifade edebilmeleri için filmden aldıkları doneleri kullanmalarını
sağlayarak sosyalleşme konusunda ilk adımların atılmaya başlanmasını
sağlayabilmekteyiz.
Filmterapi
her gruptan danışan ve hasta gruplarına uygulanabilen etkin ve terapi sürecine
ciddi katkı sağlayan bir yöntemdir.
Eleştiriler
İtalyan psikiyatr Massimo Fagioli
gibi bazı uzmanlar sinemanın gündelik hayattan uzaklaşmayı sağlamakla birlikte
depresyon gibi ciddi rahatsızlıkların tedavisinde kullanılamayacağını
belirtmektedirler.
Konu
hakkındaki yayınlar
Kitaplar
- Gary Solomon, 'Motion
Picture Prescription: Watch This Movie and Call Me in the Morning, Aslan
Publishing, Santa Rosa Claifornia, 1995
- John ve Jan Hesley, Rent
Two Films and Let's Talk in the Morning: Using Popular Movies in
Psycotherapy, New York: John Wiley & Sons, 1998
- Glen ve Krin Gabbard,
Psychiatry and The Cinema, London, England: American Psychiatric Press,
1999
- Nancy Peske ve Beverly
West, Cinematherapy: The Girl's Guide to Movies for Every Mood, New York:
Dell, 1999
- Glenn Gabbard,
Psychoanalysis & Film. London, England: H. Karnac, 2001
- Fuat Ulus, Movie Therapy,
Moving Therapy, Not Avail, 2003
- Michael A. Kalm, The
Healing Movie Book - Precious Images: The Healing Use of Cinema in
Psychotherapy. Lulu Press, 2004
- Danny Wedding ve Mary Ann
Boyd, Movies & Mental Illness: Using Films to Understand
Psychopathology, Ashland, OH: Hogrefe & Huber, 2005
- Birgit Wolz, E-Motion
Picture Magic: A Movie Lover's Guide to Healing and Transformation.
Centennial, Colorado: Glenbridge, 2005
- David Robinson, Reel
Psychiatry: Movie Portrayals of Psychiatric Conditions . Port Huron,
Michigan: Rapid Psychler Press, 2005
- Faruk Gençöz (editör),
Psinema: Sinemada Psikolojik Bozukluklar ve Sinematerapi. Ankara: Hekimler
Yayın Birliği, 2007
Makaleler
- Gençöz, F., Aka, B.T.
(2007) Sinema tadında psikoterapi: Sinematerapi. Bilim ve Teknik Dergisi,
40 (473), 58-61.
- Gençöz, F. (2006) Sinemada
psikolojik bozukluklar: Psinema. Bilim ve Teknik Dergisi, 39 (458), 82-86.
- Aka, B. T. & Gençöz,
F.(Baskıda) Sinematerapinin Mükemmeliyetçilik ve Mükemmeliyetçilikle
İlgili Şemalar Üzerindeki Etkisi. Türk Psikoloji Dergisi.
- Gençöz, F. (2008). Sinema
Filmlerinde İntihar: Araştırma, Eğitim ve Sinematerapi. Kriz Dergisi,
16(2), 1-9.
- Gençöz F. (2007). Sinema
Filmlerinden Psikolojik Fayda Sağlamak. Güncel Psikoloji ve Psikiyatri
Dergisi, 3(Yaz), 52-56.
- Gençöz, F. (2007). Sinema,
Duygular ve Sinematerapi. Popüler Bilim Dergisi, 163, 20-24.
- Gençöz, F. (2007). Psikoloji, Psikiyatri, Psikoterapi, Sinema: Psinema. Güncel Psikoloji ve Psikiyatri Dergisi, 2 (Bahar), 52-55.
1- KELEBEK ETKİSİ / THE BUTTERFLY EFFECT
The Butterfly Effect Official Trailer HQ
Kelebek
Etkisi (Özgün adı: The Butterfly Effect), 2004 yılı ABD yapımı bir dram, bilim
kurgu ve gerilim filmi. Başrollerini Ashton Kutcher, Amy Smart, Eric Stoltz
paylaşmaktadır.
KONU
Evan
Treborn doğuştan zihinsel sorunları olan bir çocuktur. Kötü olaylar yaşamış
fakat gidip gelen hafızası yüzünden bu olayları tam olarak hatırlayamamaktadır.
Zaman geçer, Evan artık bir yetişkin olur ve hafıza sorunu olmadan gayet normal
bir yaşantı sürer. Bir gün küçüklüğünde sorunu çözmek için tuttuğu günlüklerden
birini tesadüfen okur ve zamanda yolculuk yaparak yarım anılarının
hatırlayamadığı karanlık kısmına döner. O anda değiştirdiği olaylar bulunduğu
zamandaki yaşantısını etkileyecek ve geri döndüğünde kimsenin zarar görmediği
normal bir hayat için mücadele verecektir.
OYUNCULAR VE KARAKTERLER
- Ashton Kutcher .... Evan Treborn
- Amy Smart .... Kayleigh Miller
- Melora Walters .... Andrea Treborn
- Elden Henson .... Lenny Kagan
- William Lee Scott .... Tommy Miller
- John Patrick Amedori .... Evan Treborn
- Irene Gorovaia .... Kayleigh Miller
- Kevin G. Schmidt .... Lenny Kagan
- Jesse James .... Tommy Miller
- Logan Lerman .... Evan Treborn
- Sarah Widdows .... Kayleigh Miller
- Jake Kaese .... Lenny Kagan
- Cameron Bright .... Tommy Miller
- Eric Stoltz .... George Miller
- Kevin Durand .... Carlos
- Callum Keith Rennie .... Jason Treborn
- Lorena Gale .... Bayan Boswell
- Ethan Suplee .... Thumper
- Tara Wilson .... Heidi
- Jesse Hutch .... Spencer
- Sarah Gruber .... Bystander
FİLMİN PSİKO-SOSYAL ANALİZİ
Bilim
insanı tanımlarken şöyle der: Her birey biriciktir (unique), hepsi farklı
farklı özelliklere sahiptir. Duyguları, düşünceleri, alışkanlıkları, yaşam
tarzları, beklentileri, hedefleri vs. her insanın farklıdır. Bir de şöyle
düşünün; bir insan var ki tektir ancak o tek bedende iki veya daha fazla
kişilik veya kimlik vardır. Gerçek kişiliğinden diğer kişiliğe geçtiğinde ise
asıl kişiliğinden haberdar olmayan, onun yaptıklarını hatırlamayan ayrı bir
kişilik veya kişilikler mevcuttur. Gerçek kişiliği gayet uyumlu, sosyal
kurallara uyan, insanları seven biriyken diğer kişiliğe geçtiğinde antisosyal
olabilen, uyumsuz, suç işleyen, asıl kişiliği suça teşvik eden, onu yapmak
istemediği şeyleri yapmaya zorlayan başka bir kişilik daha mümkün olabiliyor bu
tek bedende. Ve bu değişiminin altında bilinmeyen şeyler ya da bastırılmış
ruhsal, cinsel veya fiziksel kötüye kullanımlar söz konusu olabilir.
Evet anlatmaya çalıştığımız kişiliğe Dissosiyatif (Çoğul) Kimlik Bozukluğu
diyoruz. Kişi özünde tektir ancak birden fazla kimlik ya da kişiliklere (alter)
sahiptir. Diyelim ki kişi dissosiyatif kimlik bozukluğuna sahip ve 3 tane
alteri var. Bu 3 alter cinsiyet farklılığı, ırk farklılığı gösterebilirken aynı
zamanda benzer karakteristik özellikler de sergileyebilir. Bu bozukluk daha çok
ergen ve erken yetişkinlik döneminde baş gösterirken, çocuklukta yaşanan ruhsal
ve fiziksel kötüye kullanım başlıca nedeni olarak bozukluğun etiyolojisinde rol
oynamaktadır. Ayrıca yine çocuklukta yaşanan bir ensestin de bu bozukluğa neden
olabileceği bir takım araştırmalarca belirlenmiş ve literatüre geçmiştir.
Çocuklukta
yaşanan cinsel bir kötüye kullanım olayı düşünelim. Örneğin çocuk birinci
dereceden bir yakını tarafından tacize uğruyor ve bu taciz olayının onda
yarattığı travmayı yenme adına bilinçaltında bir bölünme gerçekleşiyor
dolayısıyla kişi gerçek kimliğini değil onu bu acı ve öfke veren olayı
göğüsleyebilecek, o olaya tepki verebilecek bir başka kimlik oluşturmasına
neden oluyor. Genellikle kendinde oluşan bu alter aslında tacize uğramamış ve
uğramayacak bir kişi olarak çıkar. Bazen durum o kadar içinden çıkılmaz hale
gelmeye başlar ki, alter denilen ayrı kişiliğin asıl kişiliğin yerine geçmek
için asıl kişiliği intihara teşvik ettiği anlar bile yaşanır. Bu yüzden bu
grupta öz kıyım veya öz kıyıma teşebbüs öyküleri bizler tarafından çok sık
rastlanan semptomlar arasında yer almaktadır. İşin en ilginç yanı ise bu
kişiliklerin birbirlerinden haberdar olmamaları ve birinin yaptığını diğerinin
hatırlamamasıdır.
Bu
bozuklukla ilgili bir takım tedavi yaklaşımları vardır. Bunlardan en etkilisi
hipnoterapi olarak bilinir. Asıl amaç hipnoz esnasında bütün kişilikleri bir
araya toplamak ve bir ego bütünlüğü oluşturmaktır. Ancak hipnoz esnasında
beklenmedik olaylarla karşılaşabiliyoruz. Örneğin alterler arası geçişlerde
beklenmedik tepkilerle karşılaşılabiliyor. Asıl kişilik normalde sessiz sakin
biriyken, diğer alter bunun tam tersinde bir kişiliktir. Hipnoz seansı
sırasında ego bütünlüğüne yaklaşmak istemeyen alter birden küfretmeye, fiziksel
şiddete başvurmaya ya da sorularınıza cevap vermemeye başlayabilir. Hatta
terapisti aşağılamaya, ona hakaret etmeye ve aşırı direnç göstermeye başlar.
Siz eğer kişinin gerçekten çoğul kimlik bozukluğu tanısı olduğuna inanıyor ve
hipnoz esnasında diğer alterleri seansa dahil edebiliyorsanız şunu deneyin:
Önce asıl kimliğe bürünmesini isteyin ve önüne beyaz bir kağıt koyup adını
yazıp imzalamasını isteyin, daha sonra diğer altere geçişi gerçekleştirin ve
aynı uygulamayı bu sefer onun için yapın, daha sonra varsa diğer bir altere
geçin ve yine aynı uygulamayı yaptırın. Burada asıl amaç tanıda yanılmamak ve
alterlerin bu olaya nasıl tepki verdiğini görmektir. Böylece uyumlu olan alter
veya alterlerle gerçek kimliği tek bir egoda buluşturun ve çoğunluğu sağlayın.
Çünkü yanınıza ne kadar fazlasını alırsanız uyumsuz alteri de yanınıza çekmek o
kadar kolay olacaktır. Yine bir örnek üzerinden gidecek olursak, 3 alterli bir
vaka düşünün, bu alterlerden bir tanesi hiçbir anlaşmaya varmıyor ve sürekli
direnç gösteriyor. Siz diğer alterlerin uyumlu olup olmadığını az önce
söylediğim uygulama sayesinde bulup onları yanınıza alın ve hepsini tek güç
yapıp dirençli ve uyumsuz olan alteri de yanınıza çekme planınızı
gerçekleştirebilirsiniz.
Hipnozun yanı sıra ilaç destekli
görüşme tekniklerini kullanarak iç görüye odaklı psikoterapiler de
alternatifler arasındadır. Ancak antipsikotik ilaçlar hastada kısmen endike
değildir. Bu kişilerde komorbidite (bir kişide birden fazla patolojik durumun
asıl bozukluk veya hastalığa eşlik etmesi) söz konusu olabilir. Örneğin
disosiyatif kimlik bozukluğu olan hastalarda aynı zamanda mental problemler,
duygu durum bozuklukları ve başka kişilik bozuklukları görülebilmektedir
dolayısıyla disosiyasyona eşlik eden bir psikotik bozukluğun veya bir maninin
tedavisi için antipsikotik ilaçların desteği gerekmektedir.
Sonuç olarak Dissosiyatif
Bozuklukların içinde Dissosiyatif Amnezi, Dissosiyatif Fug, Depersonalizasyon
Bozukluğu, Histerik Psikoz gibi alt tipler vardır. Biz ise bunlardan en ciddi olduğunu düşündüğümüz Dissosiyatif Kimlik Bozukluğunu ele almaya çalıştık.
Esasında bu konu sayfalarca anlatılması gereken bir konu ancak en kısa
şekilde ana hatlarıyla anlatmayı ve sizlere sunmayı amaçladık.
DİSSOSİYATİF BOZUKLUKLAR
Sağlıklı bir ruh halinde, kişi bir
insan olarak bir tek temel kişilikte bölünmez bir kendilik duygusuna sahiptir.
Dissosiyatif bozuklukların temel işlev bozukluğu, bilincin bölünmez durumunun
yitimidir; kişi, kişilik eksikliği veya kişiliğinden yada birden fazla kişiliğe
sahip olmaktan kaynaklanan karmaşa hisseder.
Dissosiyasyon, travmaya karşı kendini savunma olarak ortaya çıkar.
Dissosiyatif amnezide anahtar
semptom, hastanın belleğinde depolanmış bilgilerin hatırlanamamasıdır.
Unutulmuş bilgiler genellikle kişinin yaşamındaki stresli ya da travmatik
olaylarla ilgilidir. Bilgiyi anımsayamama basit bir unutkanlıkla açıklanamaz ve
altta bir beyin bozukluğu bulgusu yoktur. Yeni bilgiler öğrenme yetisi
korunur.
Dissosiyatif amnezinin yaygın bir
şekli, birinin kişisel kimlikte ilgili amnezi göstermesidir, ancak genel bilgi
ile ilgili bellek etkilenmez.
Hemen hemen tüm dissosiyatif
bozukluklarda görüldüğünden amnezi en yaygın dissosiyatif semptomdur.
Dissosiyatif amnezi erkeklere
göre kadınlarda ve yaşlı erişkinlere göre genç erişkinlerde daha sık ortaya
çıktığı tahmin edilir. Bozukluk genellikle stresli ve travmatik olaylara eşlik
ettiği gibi, sıklığı muhtemelen savaş sırasında ve doğal afetlerde artar.
Başlangıç sıklıkla anidir ve
hastalar genellikle belleklerini kaybettiklerinin farkındadırlar. Amnestik
hastalar genellikle amnezinin ortaya çıkışından önce ve sonra uyanıktırlar.
Dissosiyatif amnezideki amnezi birkaç şekilde görülebilir; (1) Sınırlı amnezi,
en sık tiptir ve kısa bir süredeki (birkaç saat ile birkaç gün) olaylarla
ilgili bellek yitimidir. ; (2) yaygın amnezi, tüm yaşam deneyimleriyle ilgili
bellek yitimidir. ; (3) Seçici (sistematik olarak da bilinir) amnezi, kısa bir
süredeki tüm olayların değil de bir kısmının bir kısmının
anımsanmamasıdır.
Geçici tam amnezi; uzak bellekten
ziyade yakın belleği etkileyen akut ve geçici retrograd amnezidir. Hastalar
genellikle amnezinin farkında olmalarına karşın, geçici tam amnezi
epizotlarının genellikle 6-24 saat sürdüğü dönemlerde oldukça karmaşık ruhsal
ve bedensel eylemleri yinede yapabilirler.
Bozukluğun iyileşmesi genellikle
tamdır. Geçici tam amnezi sıklıkla limbik orta hat beyin yapılarının etkileyen
geçici iskemik ataklarda ortaya çıkar. Dissosiyatif amnezide hasta kişisel
kimliğini yitirmiştir; geçici tam amnezide ise sağlam kalır. Geçici tam
amnezinin vasküler olaylarla ilişkisinden dolayı, bozukluk 60-70’li yaşlarda en
yaygındır.
Dissosiyatif fügü olan hastalar,
bildik evlerinden veya iş ortamlarından bedensel olarak uzaklaşırlar ve önceki
kimlik özelliklerini (ad, aile, iş) anımsayamazlar. Bu hastalar kesin
olamamakla birlikte sıklıkla tamamıyla yeni bir kimlik ve iş edinirler.
Dissosiyatif füg nadir görülür ve
dissosiyatif amnezide olduğu gibi en sık savaş sırasında, doğal afetlerden
sonra ve yoğun iç çatışmalara (örneğin, evlilik dışı ilişkiler) eşlik eden
kişisel krizlerin sonucunda ortaya çıkar.
Başlıca güdeleyici etkenin
emosyonel olarak acı veren yaşantılardan kaçınma isteği olduğu görülür.
Dissosiyatif füg tanısı
semptomların ani başlamasını gerektirir. DSM-IV, kişinin kimliği konusunda
konfüze olmasını ya da yeni bir kimliğe bürünmesini gerektirir.
Hastalar maksatlı bir şekilde
gezerler, genellikle evlerinden günlerce uzak kalırlar. Bu dönem boyunca geçmiş
yaşantı ve ilişkilerinde tam amneziye sahiptirler, ancak dissosiyatif amnezli
hastaların aksine, genelde her şeyi unuttuklarının farkında değillerdir. Birden
bire önceki kimliklerine döndüklerinde, füg başlangıcı öncesi zamanı
hatırlasalar da füg dönemlerinde amnestik kalırlar.
Dissosiyatif füg hastaları
sessiz, sade ve her şeyden elini eteğini çekmiş gibidirler, basit işlerde
çalışırlar gösterişsiz yaşarlar ve genelde dikkatleri üzerlerine
çekmezler.
Füg genellikle kısa-saatler veya
günler sürer. Daha az sıklıkta füg, aylarca sürer ve binlerce kilometreyi
içeren geniş seyahatleri kapsar. Genellikle, iyileşme kendiliğinden ve hızlıdır
ve nüksler seyrektir.
Psikoterapi, genellikle
hastaların sağlıklı ve bütünleyici bir şekilde ruhlarıyla başlatıcı stresörleri
bağdaştırmalarında yardımcı olduğundan endikedir.
Genellikle çoğul kişilik
bozukluğu adıyla da bilinen dissosiyatif kimlik bozukluğu DSM-IV’ teki adıdır.
Dissosiyatif kimlik bozukluğu kronik dissosiyatif bozukluktur ve hemen hemen
değişmez bir şekilde travmatik bir olaya, genellikle çocukluk dönemi fiziksel
veya cinsel kötüye kullanımına bağlıdır. Dissosiyatif kimlik bozukluğu olan
kişiler iki veya daha fazla farklı kişiliğe sahiptir ve her birinin tutum ve
davranışları dominant kişilik tarafından belirlenir.
İyi kontrollü araştırmalar, genel
psikiyatrik hastane girişlerinin %0,5-2’sinin dissosiyatif kimlik bozukluğu
tanı ölçütlerini karşıladığını ve hatta tüm psikiyatrik hastaların %5’ inden
çoğunun dissosiyatif kimlik bozukluğu olduğunu bildirmişlerdir. Rapor edilen
örneklerin %90-100’de dissosiyatif kimlik bozukluğu tanısı konan hastaların
çoğunluğu kadındır.
Hastalar genellikle tanıdan 5-10
yıl öncesine kadar semptomlara sahip olmasına rağmen, ortalama tanı yaşı 30
olmakla birlikte, bozukluk geç ergenlik ve genç erişkin yaşamda en sıktır.
Dissosiyatif kimlik bozukluğu semptomları sınır kişilik bozukluğunda görülene
benzerdir ve iki bozukluk arasında ayrım zor olabilir.
Dissosiyatif kimlik bozukluğu
olan hastalarda özkıyım girişimleri yaygındır ve bazı araştırmalar dissosiyatif
kimlik bozukluğu olan tüm hastaların 2/3 kadarının hastalıklarının seyri
sırasında özkıyıma giriştiklerini bildirmişlerdir.
Dissosiyatif kimlik bozukluğunun
nedeni, hastaların öykülerinde hemen hemen sabit olarak (%100’ e yaklaşan
oranda), özellikle çocukluk döneminde, travmatik bir olay olmasına karşın
bilinmiyor. Travmatik olay genellikle çocukluk dönemi fiziksel veya cinsel
kötüye kullanım genellikle insestdir.
Dissosiyatif kimlik bozukluğu
tanısı en az iki farklı kişilik durumunun olmasını gerektirir.
Dissosiyatif kimlik
bozukluğundaki ortalama kişilik sayısı 5–10 arasındadır. Sıklıkla, tanıda
sadece 2 veya 3 kişilik bulunur; diğerleri tedavi sırasında tanınır.
Bir kişilikten diğerine geçiş
genellikle ani ve dramatiktir. Hasta genellikle, her bir kişiliği süresince
diğer kişiliğin baskınlığı sırasında yer alan olaylara ve diğer kişiliklerin
varlığına amneziktir.
Genellikle sunulan kişilik tedavi
için bulunan ve hastanın yasal adını taşıyan kişiliktir.
Kişilikler her iki cinsten,
çeşitli ırk ve yaşlardan ve hastanın ailesinden farklı soydan ailelerden
olabilir. En sık ikincil kişilik çocuksudur.
Dissosiyatif kimlik bozukluğu, 3
yaş gibi küçük çocuklarda gelişebilir. Bozuklukta kadın üstünlüğü olmasına
karşın etkilenen çocuklarda, kızlara göre erkek çocuklarda daha çoktur.
Ergenlerde dişi üstünlüğü oluşur. Etkilenen dişi ergenlerde iki semptom
örüntüsü gözlenmektedir. Bir semptom örüntüsü gelişigüzel kaotik bir yaşam,
drog kullanımı, somatik semptomlar ve özkıyım şeklindedir. İkinci örüntü
çekingen ve çocuksu davranışlarla belirlenir.
Dissosiyatif kimlik bozukluğunun
daha erken başlaması prognozunu kötüleştirir. Bu bozukluk, dissosiyatif
bozuklukların en ciddisi ve kroniğidir ve genellikle iyileşme tam değildir.
Ayrıca bireysel olarak kişiliklerin kendi ayrı mental bozuklukları olabilir;
duygudurum bozuklukları, kişilik bozuklukları ve diğer dissosiyatif bozukluklar
en sıktır.
Dissosiyatif kimlik bozukluğuna
en etkili yaklaşımlar genellikle hipnoterapi veya ilaç destekli görüşme
teknikleri eşliğinde içgörü yönelimli psikoterapidir.
Hastalarda antipsikotik ilaçların
kullanımı hemen hemen endike değildir.
DSM-IV, depersonalizasyon bozukluğunu kişinin kendi gerçeklik duygusunun geçici olarak yitirilmesiyle ilgili kendilik algısında ısrarlı ve yineleyici değişim olarak tanımlar. Depersonalizasyon bozukluğu olan hastalar, kendilerini mekanik, rüyada veya bedenlerinden ayrı olarak hissedebilirler. Ataklar egodistoniktir ve hastalar semptomların gerçek dışı olduğunu anlarlar.
Depersonalizasyon birinin
bedenini veya kişisel kendiliğinin yabancı ve gerçek dışı olduğunu
hissetmesidir; dereslizasyon dış dünyadaki nesneleri yabancı ve gerçek dışı
olarak algılamasıdır.
Çoğu kişinin yaşamlarında ara
sıra olan izole fenomendir ve kesinlikle patolojik değildir.
Patolojik depersonalizasyonla
ilgili epidemiyoloji bilgileri yetersizidir. Birkaç yeni araştırmada,
depersonalizasyonun kadınlarda erkeklere göre en az iki kat daha sık ortaya
çıktığı bulunmuştur; 40 yaşın üzerindeki kişilerde nadir görülür.
Depersonalizasyon bozukluğu
psikolojik, nörolojik veya sistematik hastalık nedeniyle ortaya çıkabilir.
Depersonalizasyon anksiyete bozukluklarına, depresif bozukluklara ve
şizofreniye genellikle eşlik eden bir semptomdur.
Depersonalizasyon bozukluğunun
DSM-IV tanı ölçütleri, hastalarda belirgin strese ya da toplumsal, mesleki veya
kişilerarası ilişkilerinde işlev görebilmelerinde bozulmaya yol açan devamlı ya
da yineleyici depersonalizasyon ataklarını gerektirir.
Bu bozuklukta gerçeği
değerlendirme yetisinin bozulmamasıyla genellikle psikotik bozukluklardan ayırt
edilir.
Hastanın vücudunun yarısının
gerçek dışı olduğunu ya da var olmadığını hissetmesi olan hemi
depersonalizasyon kontralateral parietal lob hastalığı ile ilişkili
olabilir.
Depersomalizasyon birçok diğer
hastalıkla semptom olarak bulunabilir. Hastaların büyük bir çoğunluğunda,
depersonalizasyon bozukluğu semptomları öncelikle aniden ortaya çıkar; ancak
bazı hastalar tedrici bir başlangıç bildirir. Bozukluk en sık 15–30 yaş
arasında başlar, ancak 10 yaşında hastalarda görülmüştür, daha az sıklıkta 30
yaşından sonra ortaya çıkar ve yaşamın geç dekatlarında hemen hemen hiç
görülmez.
Çoğu hastalarda, semptomların
yoğunluğunda herhangi önemli bir dalgalanma olmaksızın sabit bir seyir izler,
ancak semptomlar epizotik olarak ortaya çıkabilir, semptomsuz aralar gösterir.
Depersonalizasyon bozukluğunun
tedavisine az ilgi gösterilmiştir.
Dissosiyatif Trans Bozukluğu:
Belirli durumlara veya kültürlere özgü olarak bir kez ya da epizodik bilinç
değişikliklerinin görüldüğü hastaları; DSM IV BTA dissosiyatif bozukluğuna
örnek olarak verir.
Trans hallerinde bilinç değişir ve hastaların
çevresel uyarılara yanıtları azalır. Trans halinin yaygın bir örneği, ruhani seansı
yöneten medyumun durumudur.
Otomatik yazma ve fal bakma
iyelik veya trans durumlarının daha seyrek şekilleridir. Otomatik yazmada,
dissosasyon sadece mesajı yazan kol ve eli etkiler ve genellikle yazan zihinsel
içeriğini farkında olmadan açığa vurur. Fal bakma, görsel varsanıların belirgin
olduğu bir trans haline neden olur.
Trans halleriyle ilgili olarak karayolu
hipnozunu ve pilotların yaşadığı benzer mental durumları içerir.
Çoğu kültürlerde dinler,
konsantrasyon uygulamasının varsanılan paraliziler ve diğer duygusal
bozukluklar gibi birçok dissosiyatif olaylara neden olabileceğini onaylar.
Hipnoz ara sıra kendini kısıtlamaya ve bazen de uzun trans durumuna neden olur.
Ganser Sendromu: Ganser sendromu
ciddi psikiyatrik semptomların istemli oluşturulmasıdır ve bazen yaklaşık
cevaplar verilmesi veya geçmişi konuşma ile tanınır (örneğin, 4x5 sorulduğunda
hasta 21 olarak yanıt verir.) Bu sendrom şizofreni, depresif bozukluklar,
toksik durumlar, parezi, alkol kullanım bozuklukları ve yapay bozukluk gibi,
diğer bir ruhsal bozukluğu olan kişilerde ortaya çıkabilir.
Bu sendrom genellikle amnezi,
füg, algı bozuklukları ve konversiyon semptomları gibi dissosiyatif olaylarla
ilişkilidir.
Ganser sendromu kesin olarak
erkeklerde ve tutuklularda en yaygındır. Başlıca yatkın kılan etken ciddi bir
kişilik bozukluğunun varlığıdır.
Bu sendrom tüm semptom yapısıyla
veya hastalar gözlendiklerine inandıklarında semptomların genellikle
kötüleşmesiyle tanınabilir. Sendromun iyileşmesi birdenbiredir. Hastalar
olaylara amnezik olduklarını bildirirler.
Dissosiye Durumlar: Uzun süre ve
yoğun zorlayıcı ikna periyotlarına maruz kalan kişilerde belli derecelerde
dissosiyasyon görülebilir ( beyin yıkama, düşünce değiştirme ve teröristlerce
veya mezhepler tarafından esir tutulurken düşünceler aşılama gibi ).
Çoklu Kişilik Bozukluğu - İçeride ( Kısa Film)
D İ K K A T U Y A R
I !
Yukarıdaki açıklamalar bilgi amaçlıdır.
Yazılanlar TIBBİ Uyarı ve Öneri değildir.
TIBBİ AMAÇLA KİŞİSEL OLARAK KULLANILAMAZ
* * *
2- AKIL OYUNLARI / A BEATIFUL MIND
A Beautiful Mind (2001) Official HD Trailer [1080p]
Akıl Oyunları (İngilizce: A
Beautiful Mind), Nobel ödüllü Amerikalı matematikçi John Nash'in hayat
hikayesini anlatan, yönetmenliğini Ron Howard'ın yaptığı 2001 yapımı biyografik
dram filmi.
KONU
Film, aynı adlı kitaptan
senaryolaştırılmıştır. Esasen, John Nash adında bir şizofren matematikçinin
hayat hikâyesidir. Nash, öğrenciliği sırasında oyun kuramı üzerine büyük
başarılar elde etmiş parlak bir matematikçidir. Nash, öğrencilik yıllarından
itibaren hayaller görmeye başlar. Mezuniyetinden sonra, zamanla paranoid
şizofreni olur; fakat hasta olduğunun farkına varamaz. Bir konferans sırasında
aniden bir psikiyatristin karşısına çıkması ile olaylar zinciri değişir.
Hastaneye yatar ve bu nedenle akademik çalışmalarından uzaklaşır.
Hastalığı kendi çocuğuna zarar
vermesine neden olacak noktaya gelince eşi yeniden hastaneye gitmesi
gerektiğini düşünür. Uzun süre hasta olduğunu kabul edemese de sürekli gördüğü
kız çocuğunun hiç büyümediğini fark eder. Bu durum onun hastalığını kabul
etmesini sağlar. Nash, yaşadığı hayali gerçekleri görmezden gelerek onlarla
yaşamaya çalışacaktır. Gördüğü tedaviler etkili olmasa da eşi ve eski iş
arkadaşlarının desteğiyle her şeye yeniden başlar. Kendi akıl hastalığını yine
kendi aklı ile dizginleyerek akademik çalışmalarına yeniden hız verir. Tekrar
üniversitede ders vermeye başlar. Sonunda gösterdiği sıradışı mücadeleyle
şizofreni ile birlikte yaşamına devam eder. Ve tarih bu müthiş dehaya, akıl
hastalığını yine aklıyla yenerek hayatının geri kalanını bilime adamasından ve
hastalığının başlamasından evvel yaptığı buluşlardan dolayı Nobel Ekonomi
Ödülünü armağan eder.
. Ed Haris…..William Parcher
. Jennifer Connelly…..Alicia Nash
. Christopher Plummer…..Dr. Rosen
. Paul Bettany…..Charles
. Adam Goldberg…..Sol
. Josh Lucas…..Hansen
. Anthony Rapp…..Bender
. Jason Gray-Stanford…..Ainsley
. Judd Hirsch…..Helinger
. Austin Pendleton…..Thomas King
. Vivien Cardone…..Marcee
. Jill M. Simon…..Bar Co-Ed
. Victor Steinbach…..Prof. Horner
. Tanya Clarke…..Becky
Bu üç
kavram arasındaki farkın ne olduğunu, benzer yanlarının olup olmadığını kendimize
sorduğumuzda, bu üç kavrama kısaca bir göz atmak yerinde olacaktır. Gerçekten
bu üç kavram ne demek ve hangi durumlarda insanlar için bu sıfatları kullanırız
?
Zekâ,
(Arapça: ذكاء) ya da ruh biliminde anlak zihnin öğrenme, öğrenilenden
yararlanabilme, yeni durumlara uyabilme ve yeni çözüm yolları bulabilme
yeteneğidir.Başka bir deyişle anlak, zihnin birçok yeteneğinin uyumlu çalışması
sonucu ortaya çıkan bir yetenekler birleşimidir.En geniş anlamıyla, genel zihin
gücü olarak da tanımlanabilir.Zihnin algılama, bellek, düşünme, uslamlama,
öğrenme gibi birçok işlevini içerir.Sözcük çok geniş anlamda kullanılsa da psikologlar
tarafından yaratıcılık, kişilik, bilgi ve akıl gibi değişik kategorilere
ayrılmıştır.
Zekâ
araştırmacılarının asıl alanı insanlardır, fakat hayvanların da öğrenme, anlama
vs. yetenekleri üzerinde çalışmalar yapılmaktadır.
Zekayı
Belirleyen Etkenler
1- Kalıtım
Temelde
zekâ doğuştan gelir ve büyük ölçüde kalıtımın etkisiyle belirlenir.Yapılan
çalışmalarda çocuğun zekâsı ile ana-babanın zekâsı arasında yüksek düzeyde
ilişki olduğu saptanmıştır.Çocuğun zekâ gücü anasıyla babasının zekâ gücü
ortalamasına yakındır. Biraz altında ya da üstünde olabilir. Ana ve babanın döl
gözelerinde, gen adı verilen ve kalıtımı belirleyen özellikler rastlantısal bir
yolla çocuğa geçerler.
2- Doğum
ve Öncesi
Çocuğun
döl yatağında uygun beslenmesi, beyin kanlanma ve oksijen alımının yolunda
gitmesi gerekir. Örneğin; zor bir doğum sırasında çocuğun soluğu uzun süre
kesilirse, beyin gözeleri ölür ve sonuçta zekâsı etkilenir. Bunun gibi, beyin
dokusunu doğum sonrasında örseleyen yaralamalar ve beyin yangıları da zekâ gizilini
(potansiyelini) düşürebilir.Ananın gebelik süresince nasıl beslendiği de zekâ
gelişimini etkileyen bir etkendir.
3- Çevre
Çocuk
doğuştan getirdiği zihinsel gizilini kullanabilmek ve geliştirebilmek için
varsıl uyarıcılarla donatılmış çevreye ihtiyaç duyar.Çevrenin zekâyı tam olarak
ne ölçüde etkilediği saptanamamıştır.İlk yaşlarda ana babanın uyarması, ilgisi,
zekâyı geliştirebileceği gibi, bunun tersi de olabilir. Bu konuda genellikle
gözlenen, eğitim düzeyi düşük bir ana-babanın çocuğuna anlaksal yoldan
ilgisinin az olduğu ve çocuğun (okul çağına gelene kadar) zekâ gelişiminin
yavaş olduğudur.Genel olarak zekânın %75'i ilk dört yılda oluşur ve 20 yaşına
kadar gelişimini sürdürür.
Zihin ya
da bilinç; düşüncenin, algılamanın, belleğin, duygunun, isteğin ve düşlemenin
bazı birleşimlerinde görünür olan bilincin ve zekânın kolektif görünüşlerini
kapsar. Zihin bilinç akışı olarak tanımlanabilir. İnsan beyninin bilinçli
süreçlerin tümünü içerir. Ayrıca bu sözcük kesin içeriklerde hayvanların
bilinçli veya insanların bilinçaltı düşüncelerinin çalışmasını içermek için
kullanılır. "Zihin" mantığın düşünce süreçlerine özellikle değinmek
için sıklıkla kullanılır.
Zihnin ne
olduğu ve nasıl çalıştığı ile ilgili; Plato, Aristo, Adi Shankara, Siddhārtha
Gautama, Antik Yunan ve Hint felsefecilere tarihlendirilen birçok teori vardır.
Ön bilim teorileri teoloji, ruh ve zihin arasındaki beraberliğe yoğunlaşmış
kişisinin tanrının verdiği veya ilahi öz varlığına kök salmıştır. Modern
teoriler, zihni, beynin bilimsel anlamı üzerine kurulmuş, psikoloji'nin bir
olgusu ve az çok bilinç ile eş anlamlı olarak sıklıkla kullanılan bir terim
olarak görür.
Aynı
zamanda insan öz niteliklerinin zihni hazırlamasının sorunu fazlaca tartışılır.
Bazıları sadece yüksek entelektüel işlevlerin zihni meydana getirdiğini iddia
eder: bilhassa mantık (reason) ve bellek. Bu görüşte, doğada duygular (sevgi,
nefret, korku, sevinç) ilkel veya özneldir ve aklın kökeninden veya doğasından
ayrı olarak görülmelidir. Diğerleri insan kişisinin benzer doğada ve kökende
olan duygusal ve rasyonel taraflarının birbirinden ayrılamayacağını iddia eder
ve tümü bireysel zihnin bir parçası olarak görülmesini savunur.
Zihnin
popüler kullanımı çoğunlukla düşünüş ile eşanlamlıdır: ‘kafamızın içinde
yürüttüğümüz’ kendimiz ile özel konuşmalardır. Bunun için biz bir şey hakkında
"Zihni takar"ız, "Zihin yorar"ız veya "(Bir
şeyi)Zihnimize yerleştirir"iz. Bu duyuda zihnin anahtar öz niteliklerinden
biri sahibinden başka hiç kimsenin erişemediği bir özel alan olmasıdır. Hiç
kimse bizim zihnimizi okuyamaz ve sadece ilettiklerimizi bilirler.
AKIL
Akıl
(Arapça: عقل) ya da us, felsefede kavram oluşturma ve bunlara göre hükmetme
kapasitesidir. Bugün Batı'da bu kavramı, büyük ölçüde aklı anlayışla
yüzleştiren, ancak algılamadan ayıran Alman filozofu Immanuel Kant'ın
etkisindedir.
Barış
Immanuel
Kant'a göre aklın sınırları şöyle çizilmiştir:
"Akıl,
fenomenlerin benzerliğinden kurallara varma yeteneğidir." Başka bir yerde de
Akıl, kösnüllüğü kendi sınırlarını genişletemeden kısıtlar demektedir.
Rudolf
Eisler'in kapsamlı tanımına göreyse,
" Akıl
(logos, epistêmê, intellectus, intelligentia, ratio, entendement,
understanding) geniş kapasmıyla kösnüllüğün karşısındaki zekâ olan düşünme
gücüdür. Daha dar bir kapsamdaysa akıl, anlayış karşısında ruhun bir bütün
olarak anlama, (doğru) kavrama (soyutlama) hükme varma kapasitesidir. Kısacası
akıl, birbiryle bağlantı kurarak kıyaslayan, inceleyen düşünce ve anlama, yani
kelimelerin ve kavramların manalarını bilme yeteneği demektir. Akl-ı selim (bon
sense) ise özel bir eğitim almadan normal insanda doğal olarak mevcut olan,
normal, metodik olmakdan uzak ve dolayısıyla yanlış sonuçlara daha kolay
varabilen kavrama ve hüküm verme gücüdür."
Arthur
Schopenhauer'de akıl, sebep ve sonucu ayırt etmektir:
" Maddenin
öznel bağıntısı veya aynısı olan nedensellik akıldır ve bundan başka bir şey
değildir. Tek işlevi ve tek gücü nedenselliği kavramaktır. "
Klasikleşmiş
olmasına rağmen kavramı tanımlamaktan uzak René Descartes'in sözü de
tanınmıştır:
" Akl-ı
selim, Dünya'da en iyi dağılmış olandır; zira herkes ondan nasibini iyice almış
olduğunu sanır. Hatta her konuda zor memnun edilebilen kişiler bile sahip
oldukları akıldan fazlasını istememektedirler."
Şizofreni;
düşünüş, duyuş ve davranışlarda önemli bozuklukların görüldüğü, hastanın
kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi dünyasında
yaşadığı, genellikle gençlik çağında başlayan bir ruhsal hastalıktır.
Şizofreni
kelimesi, Yunanca ayrık veya bölünmüş anlamına gelen "şizo"
(schizein, Yunanca: σχίζειν) ve akıl anlamına gelen "frenos" (phrēn,
phren- Yunanca: φρήν, φρεν-) sözcüklerinin birleşiminden gelir.Anlatılmak
istenen kişinin iki kişilikli olması değil, aynı anda iki farklı gerçekliğe
inanmasıdır. "Gerçek gerçeklik" normal, sıradan bir insanın
algılamasına denk düşerken, "ikinci gerçeklik" sağlıklı bir insanın
anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme dayalı bir gerçekliktir.
Şizofreninin
ömür boyu görülme sıklığı genel nüfusta %0,5-1'dir.Ancak kan bağı olan
akrabaları arasında şizofreni hastaları bulunanlarda, şizofreni görülme sıklığı
genel toplumdan daha yüksektir. Şizofrenide genetik faktörlerin rolü iyi
tanımlanmış olmakla beraber, bu hastalık yalnızca kalıtımsal faktörlerin değil,
birçok koşulun bir araya gelmesi ile oluşur. Yani şizofreni genetik ve çevresel
faktörlerin rol aldığı oldukça kompleks bir hastalıktır.
Günümüzde
şizofreni tedavisinde çok yönlü bir yaklaşım yararlı bulunmaktadır. Güncel
tedavide temelde antipsikotik ilaçlar kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra
psikoterapiler ve diğer psikososyal yaklaşımlara da başvurulmaktadır.
Antipsikotik ilaçların şizofrenide dopamin varsayımını doğrular biçimde dopamin
üzerinden etki ettikleri düşünülmektedir. Hastalığın özellikle akut döneminde
hastaların hastanede yatarak tedavi görmesi gerekebilir.
Birçok
alttipi bulunan şizofreni çok değişik gidiş ve sonlanış gösteren süreğen bir
bozukluktur. Şizofrenide hastalığın gidişi her birey için farklı biçimde
gelişebilir. Hastalığın popüler kültürdeki olumsuz imajına rağmen, hastaların
çok büyük kısmı tedaviden fayda görebilirler. Ama hastaların yaklaşık %25-30'u
ne tür sağaltım yapılırsa yapılsın belirgin bir iyileşme gösteremez ve ciddi
yetiyitimleri olabilir.
Tarihçe
Emil Kraepelin (1856–1926)
20.
yüzyılın başlarına kadar psikolojik hastalıkların sıralandığı bir sistematik
yoktu. Şizofreni ilk olarak 1853 yılında Bénédict Morel tarafından genç erişkin
ve gençleri etkileyen bir sendrom olarak tanımlanmış ve démence précoce
(latince; "erken bunama") diye adlandırılmıştır. Bu terim 1891'de
Arnold Pick tarafından psikozu olan bir hastanın vaka raporunda kullanılmıştır.
Yani erken bunama deyimi ilk olarak 19. yüzyılda kullanılmıştır. Yine aynı
yüzyılda hebefreni, katatoni tanımlanmıştır. 1893'te tanınmış Alman ruh hekimi
Emil Kraepelin mental hastalıklarının -duygudurum bozuklukları ve démence
précoce- sınıflandırılmasında yeni bir yaklaşım geliştirdi. Kraepelin, dementia
praecoxın esasen bir beyin hastalığı olduğuna ve bilhassa dementianın (bunama)
-ileri yaşta gelişen diğer formlarından farklı olan- bir çeşidi olduğuna
inanıyordu.Ayrıca, Kraepelin paranoid ve basit tiplerini de eklemiş ve hepsini
bir tanı altında toplamıştır. Bu tanıya göre hastalıkta erken başlama ve bunama
olması gerekmektedir. Ancak bu tanım hastalığı erken başlama ve bunama
gerektiren dar bir alanda sınırlamaktadır. 20. yüzyılda İsviçreli Eugen Bleuler
hastalığın erken yaşlarda başlamasının ve bunamayla sonuçlanmasının zorunlu olmadığını
göstermiştir. Bu hastalıkta hastanın ruhsal hayatındaki yarılmaya önem veren
Bleuler, schizophrenia (şizofreni) terimini önermiştir. Günümüzde şizofreni tek
bir hastalık türü olarak görülmemekte; bir bozukluklar kümesi olarak kabul
edilmektedir.
Şizofreni
kelimesi, Yunanca ayrık veya bölünmüş anlamına gelen "şizo"
(schizein, Yunanca: σχίζειν) ve akıl anlamına gelen "frenos" (phrēn,
phren-; Yunanca: φρήν, φρεν-) sözcüklerinin birleşiminden gelir.Anlatılmak
istenen kişinin iki kişilikli olması değil, aynı anda iki farklı gerçekliğe
inanmasıdır. "Gerçek gerçeklik" normal, sıradan bir insanın
algılamasına denk düşerken, "ikinci gerçeklik" sağlıklı bir insanın
anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme dayalı bir gerçekliktir. Şizofreni
terimi ilk olarak 1908 yılında İsviçreli Eugen Bleuler tarafından kişilik,
düşünce, hafıza ve algılamadaki fonksiyonel ayrılmayı tarif etmek için
kullanılmıştır. Bleuler, Kraepelin'in ileri sürdüğü gibi her hastada yıkımın
(detoriorasyonun) olmadığını; duygu, düşünce ve davranışta yarılmayı (skizis)
ortaya atmıştır. Bleuler, hastalığın etkilerini temel ve ikincil belirtiler
olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Şizofrenide çağrışımlarda (Assosiasyonda)
enkoherans (çağrışımlarda sapma, parçalanma ve yarılma), duygulanımda (Affektivitede)
kısıtlılık (küntlük), duygu düşünce ve davranışta ikilemler (Ambivalans),
kişinin dış alemden çekilerek kendi iç alemine dönmesi (Autism) 4A belirtisinin
olduğu birincil; hezeyan, halüsinasyonlar ve diğer belirtileri ikincil
belirtiler olarak değerlendirmiştir. Bleuler'e göre temel belirtiler her
şizofreni hastasında bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler ise
temel belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir ve başka ruhsal hastalıklarda
da görülebilmektedir.
Alman
psikiyatr Kurt Schneider şizofreninin tanısı ve bu hastalığı anlama ile ilgili
birçok çalışma yapmış, şizofreniyi diğer psikoz türlerinden ayırmaya
çalışmıştır. Çalışmaları sonucunda hastalığın belirtilerini birincil ve ikincil
dereceden semptomlar olmak üzere ikiye ayırmıştır. Günümüzde bu tanımların
yerini DSM-IV ve ICD-10 tarafından yapılan tanımlamalar almıştır.
Sıklık ve Yaygınlık
Şizofrenin ömür boyu görülme sıklığı hayatlarının herhangi bir evresinde başlamak üzere- genel nüfusta %0,5-1'dir.Şizofreni her toplumda ve her türlü sosyo-ekonomik sınıfta görülmektedir. Kadın-erkek arasında sıklık bakımından önemli bir fark görülmemekle beraber kadınlarda başlangıç yaşı (26-32), erkeklerdaki başlangıç yaşından (20-28) daha geç olmakta ve genellikle erkeklere göre daha iyi bir gidiş göstermektedir.Ayrıca gelişmekte olan ülkelerde sıklığı gelişmiş ülkelere göre daha düşüktür.Son yıllarda çok geç yaşlarda başlangıçlı şizofreni üzerine yayınlar görülse de, hastalığın genellikle gençlik çağında başladığı kabul edilmektedir.Geç ya da çok geç başlayan şizofreniler üzerinde araştırma yapan bir grubun görüş birliğini içeren son rapora göre 40 yaşından sonra başlayan şizofreni hastalığının geç-başlangıçlı şizofreni; 60 yaşından sonra başlayanların ise çok geç-başlangıçlı şizofreni-benzeri psikoz olarak tanımlanması önerilmektedir.Erken başlangıçlılarda (çocukluk dönemi başlangıçlı) ise kalıtımın görece daha önemli etken olduğu sanılmaktadır. Ayrıca çocukluk çağında başlayan şizofreniyi ayrı bir hastalık türü olan çocukluk şizofrenisinden ayırt etmek gerekmektedir.
Belirti ve bulgular
Hastalık öncesi kişilik ve uyum
Şizofrenik hastalar hastalık
öncesi sessiz, arkadaşı az, yalnızlığı seven, tuhaf, güvensiz kişilerdir. Bu
özellikler ayırıcı tanıda yardımcı olmaktadır. Aileler genelde çocuklarının
hastalık başlamadan önce hep çalışan, sessiz, uyumlu, arkadaşsız olduklarını
anlatırlar. Şayet hasta bu özelliklere uymuyorsa tanı için duygudurum
bozuklukları gibi diğer hastalıklar düşünülmelidir. Şizofreni, daha önce de
belirtildiği gibi, çoğunlukla 18-25 yaşlarında her çeşit psikolojik stresle
başlayabilir. Kişinin benliğine darbeler, delikanlılık çağında dürtülerin aşırı
şiddet kazanması, cinsel ya da saldırgan dürtülere karşı denetim zayıflığı gibi
durumlara, psikozun başlamasından önce sık rastlanmaktadır.
Klinik belirti ve bulgular
Şizofrenide bilinç ve yönelim
genellikle yerindedir. Zekada belirgin bir gerileme olmasa da soyutlama
yetisinde zayıflamanın ve belirgin yıkımın görüldüğü kimi süreğen hastalarda
zekada eksilme, gerilik izlenimi edinilebilir. Hastanın ilgisi kolayca
dağılabilir, sorulara yanıtları geç ya da yanlış olabilir. Son yıllarda temelde
var olan negatif belirtilerin baskın olduğu şizofreni türlerinde bir eksiklik
sendromundan söz edilmekte ve bunlardaki beyin patolojisinin incelenmesine
ağırlık verilmektedir. Eksiklik sendromu bilişsel yetilerdeki eksikliklerdir.
Bu sendrom, kalıcı ve başka nedenlere bağlı olmayan özgü negatif belirtiler olarak
tanımlanmaktadır.
Şizofrenide; içgörü, düşüncelerin
içeriği ve oluşturulması, duyguların deneyimlenmesi ve ifade edilmesi,
algılama, davranışlar ve bilişsel işlevler gibi birçok alanda belirtiler ortaya
çıkabilir. Şizofreni heterojen görünümlü bir hastalık olduğu için tipik bir
genel görünüme sahip değildir; bazı hastalarda bazı belirtiler ortaya çıkarken,
diğerlerinde başka belirtiler olabilir.
Düşünce akışı ve içeriği ile
ilişkili belirti ve bulgular: Şizofrenide düşünce içeriği ile ilişkili olarak
ortaya çıkan belirtilerin en önemlisi hezeyanlardır. Hezeyanlar aksine
kanıtlarla ve mantık yoluyla çürütülmesine rağmen kişinin inanmayı sürdürdüğü,
kişinin kültürü, dini ve eğitimi ile ilişkili olarak normal kabul edilemeyecek
türden yanlış inanışlardır. Şizofrenide ortaya çıkan hezeyanlar arasında
referans (üzerine alınma), etkilenme, kıskançlık, perseküsyon (kişiye zarar
verileceği), büyüklük, erotomani (başkalarının kendisine aşık olduğu),
düşüncelerinin değiştirildiği, çalındığı veya yayınlandığı temalı olanlar
sayılabilir. Düşüncenin oluşturulması ve akışındaki değişiklikler arasında
düşüncelerde azalma, düşünce blokları (düşünce akışının aniden kesintiye
uğraması), çağrışımlarda dağınıklık, konuşma yapısının tümüyle kaybolması gibi
belirtiler bulunur.
Algı ile ilişkili belirti ve
bulgular: Şizofrenide sıklıkla ortaya çıkan belirtiler arasında varsanı
(halüsinasyon) ve yanılsama (illüzyon) sayılabilir. Şizofrenide halüsinasyonlar
en sık işitsel olmakla birlikte beş duyunun da varsanısı olabilir. Şizofrenide,
işitsel halüsinasyonlardan özellikle kişinin davranışları hakkında yorumlarda
bulunan konuşmalar duyma ve iki kişinin yine hastanın davranışları hakkında
konuştuğunu duyma şeklinde olanlar sıktır.
Duyguların deneyimlenmesi ve
ifade edilmesi ile ilişkili belirti ve bulgular: Kişinin duygusal
yaşantısındaki çeşitliliğin azalması olarak ifade edilebilecek affektif veya
duygusal küntlük ve kişinin hezeyanlarla ilişkili bir duygudurum içinde olması
şizofrenide görülebilecek duygusal değişiklikler arasında sayılabilir.
Bilişsel işlevlerle ilişkili
belirti ve bulgular: Özellikle kronik gidişli hastalarda bilişsel işlevlerle
ilgili bozulmalar, hastalığın ilk tanımlandığı yıllarda "dementia
preacox" (erken bunama) ismi ile anılmasına sebep olacak kadar belirgin
olabilir.
Hastaların çoğunda içgörü
yoksunluğu da görülen belirtiler arasında yer alır. Kısıtlı anlamıyla içgörü
kişinin içinde bulunduğu hastalık ve bunun belirtileri hakkında gerçekçi bir
kavrayışa sahip olmasıdır. Dünya Sağlık Örgütü'nün 1979'da yayınladığı verilere
göre akut şizofrenide en sık görülen belirti içgörü yoksunluğudur. Bu durumdaki
hastalar hasta olduklarını düşünmezler. Tedavide büyük handikapa yol
açtığından, iç görü yoksunluğu büyük öneme sahiptir.
Pozitif ve negatif semptomlar
Şizofreninin seyri sırasında
ortaya çıkan belirtiler ayrıca negatif ve pozitif olmak üzere iki başlık
altında incelenebilir. Pozitif belirtiler normalin dışında fazlalık, aşırılık
ve sapmalar olarak ortaya çıkan belirtilerdir. Negatifler ise normal işlevlerde
azalma, eksiklik gösteren belirtilerdir. Şizofreni heterojen görünümlü bir
hastalık olduğu için tipik bir genel görünüme sahip değildir.
Pozitif semptomlar: Varsanı,
sanrı, sürekli ağlama ya da gülme, evham, kendini tanıyamamak, heyecan,
sıkıntı, kuşku, güvensizlik, düşmanca düşünceler, her şeyi üstüne alınma, sese
ve renklere aşırı duyarlılık, aşırı derecede konuşma, kafiyeli konuşma ve
anlatma isteği, anlatımda kopukluk, gibi normalin üstünde aşırı semptomlardır.
Negatif semptomlar: Güçsüzlük,
spontane olamama, insanlardan kaçma, konuşmada bozukluk, duygulanımda eksiklik,
yaşamdan zevk alamama (anhedoni), uğraştığı işe kayıtsızlık, dış görünüşü
önemsememe, bakımsızlık, kendini bulunduğu ortamdan ya da insanlardan
yalıtılmışlık hissi, gibi normal işlevlerde azalma ile giden semptomlardır.
Teşhis
Bleuler'a göre temel ve ikincil
belirtiler
Hastalığın etkilerini temel ve
ikincil belirtiler olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Temel belirtiler her
şizofrenikte bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler temel
belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir. İkincil belirtiler başka ruhsal
hastalıklarda da görülebilmektedir.
Temel belirtiler (4 A belirtisi
olarak bilinir)
1.Duygulanımda bozukluk (Affect)
2.Ambivalans (Ambivalance; karşıt
duyguların birlikte yaşanması)
3.Otizm (Autism)
4.Çağrışımlarda (Association) bozukluk
5.Bilinç, yönelim ve bellekte
temel bozuklukların olmayışı
İkincil belirtiler;
1.Sanrılar, yanılsamalar
2.Varsanılar
3.Devinim (hareket) bozuklukları
Kurt Schneider'e göre birinci
sıra belirtiler
1.Somatik pasivite (bedensel
edilgenlik olgusu).
2.Düşünce çalınması, düşünce
sokulması, düşünce yayınlanması (düşüncelerin başkalarınca okunması, çevreye
yayılması),
3.Sanrısal algılama.
4.Duygu, düşünce ve dürtülerin
dış güçlerce etkilenip denetlendiği duygusu
5.Genel olarak gerçeklikten
uzaklaşma, farkındalık yetisini kaybetme.
6.İşitme varsanıları
a.Kendi düşüncelerinin yüksek sesle söylendiğini işitme.
a.Kendi düşüncelerinin yüksek sesle söylendiğini işitme.
b.Kendisine emir veren,
yönlendiren seslerin işitilmesi.
c.Kendisiyle kavga eden, tartışan
seslerin işitilmesi.
Bu belirtiler daha çok ABCD
semptomları olarak hatırlanır. İşitme halüsinasyonları (İng. Auditory
hallucinations), düşünce yayınlanması (Broadcasting of thought), düşüncelerinin
kontrol edildiği düşüncesi (Controlled thought (delusions of control)),
sanrısal algılama (Delusional perception).
DSM IV'e göre tanımlama
Amerikan Psikiyatri Derneği'nin
Diagnostic and statistical manual of mental disorders: DSM-IV kılavuzuna göre
şizofreni tanısını koyabilmek için;
Tipik semptomlar: 2 veya daha
fazla bulunmalı, her biri bir aydan uzun sürmeli (şayet semptomlar tedavi ile
geriledi ise daha az sürse de kabul edilebilir) Duygulanımda küntleşme
Varsanı (halüsinasyonlar)
Sanrı
Dezorganize konuşma (konuşmada
düzen bozukluğu)
Dezorganize (çok dağınık)
davranış (ör; uygunsuz giyinme, sık sık ağlama) veya katatonik davranış
Negatif semptomlar (konuşmanın ve
istencin azalması gibi)
Toplumsal ve iş uyumunda bozukluk
Bunlardan iki ya da daha
fazlasının hastada bulunması zorunludur. Bu belirtiler en az bir ay sürmüş
olmalıdır.
Şizofreni tanısı koyabilmek için
tipik semptomlara ek olarak;
Toplumsal ve iş yaşamında
bozukluk
Süre : Hastalık belirtileri en az
6 ay sürmeli
Şizoaffektif bozukluk ve
duygudurum bozukluğu olmaması
Fiziksel tıbbi bir duruma ya da
madde/ilaç kullanmaya bağlı olmaması
Yaygın gelişimsel bozukluk öyküsü
olduğunda varsanıların, sanrıların en az bir ay devam etmesi gerekmektedir.
Şizofreni tipleri
DSM-IV sınıflamasına göre şizofreni
beş alt tip ihtiva etmektedir:
Paranoid tür: Bazen dine aşırı
düşkünlük, metafizik, filozofik ya da cinsel uğraşlar görülür. Rahatsızlığı
kabul etmez, belirtileri gizlemeye çalışır, sanrıları yüzünden savunmaya geçer
ve toplumdan uzaklaşırlar. Düşünce bozuklukları baskındır. Kötülük görme
sanrıları, büyüklük sanrıları, etkilenme fikir ve sanrıları, alınganlık,
kuşkuculuk bu türde sık görülen düşünce bozukluklarıdır. Başlangıcı genellikle
yavaş ve daha geç yaştadır. (DSM kodu 295.3/ICD kodu F20.0)
Dezorganize (Hebefrenik) tür:
Düşünce ve devinim bozuklukları baskındır. Kişilikte dağılma ve yıkım hızlıdır.
Hasta kendi özel dünyasında yaşar. Davranışlar ilkel ve çocuksudur. Kısa
zamanda duygusal tepkilerde oynamalar (labilite), yüzeysellik, uygunsuzluk,
sözcük uydurma (neolojizm), tutarsız sanrılar, yineleyici basmakalıp
konuşmalar, ayrıca varsanılar daha sonra ortaya çıkmaktadır. Başlangıcı genç
yaşta akut, renkli pozitif belirtilerle başlamaktadır. DSM kodlamasında
dezorganize; ICD kodlamasında ise hebefrenik şizofreni olarak geçer. (DSM kodu
295.1/ICD kodu F20.1)
Katatonik tür: Devinim (hareket)
bozuklukları baskındır. Dış çevre ile ilişkisini kesmiş gibi görünse de çevrede
olup bitenleri tanımakta ve kaydetmektedir. Hastalar belli bir duruşta uzun süre
kalır ve dışardan gelen tepkilere yanıt vermez (donakalma), katatonik
dalgınlık, katatonik taşkınlık, karşıtçılık gibi belirtiler görülmektedir.
Başlangıcı çoğunlukla 15-25 yaş arasında ve aniden olmaktadır.(DSM kodu
295.2/ICD kodu F20.2)
Ayrışmamış tür: Paranoid,
dezorganize ve katatonik tür ayrışmamıştır.(DSM kodu 295.9/ICD kodu F20.3)
Kalıntı (Rezidüel) tür: Daha çok
negatif belirtilerin baskın olduğu süreğen şizofrenik bozukluktur. Değişmeye
karşı istek ve ilgi azdır. Duygu küntlüğü, vurdumduymazlık, girişim ve eylem
azlığı, toplumdan kopukluk, düşüncede somutlaşma ve fakirleşme, kendine iyi
bakmama gibi negatif belirtiler gözlenir. Bir ya da birkaç aktif şizofrenik
depreşmeden sonra başlamaktadır. (DSM kodu 295.6/ICD kodu F20.5)
ICD-10 sınıflama sisteminde ise
bu türlere ek olarak iki alt tip daha vardır.
Şizofreni-ardı çökkünlük:
Şizofrenik depreşmenin ardından hasta çok belirgin çökkünlüğe girebilir. Daha
çok negatif belirtiler bulunmakla birlikte pozitif belirtiler de gözlenir.
Kalıntı şizofreniden ayırmak zor olabilir. Ayırıcı tanı için hasta öyküsü
önemlidir. (ICD kodu F20.4)
Basit şizofreni: Sinsi ve yavaş
başlayan ve daha çok negatif belirtilerin baskın olduğu şizofreni türüdür.
Genellikle sanrılar, varsanılar, hareket bozuklukları görülmez. Kalıntı
şizofreniden ayrımı öykü ile yapılır. (ICD kodu F20.6)
Ayırıcı tanı
Belli Organik Nedenli Psikozlar:
Genellikle belli fiziksel ve
yerel bulgu vermeyen organik beyin sendromlarında önemli belirtiler bilişsel
yetilerdeki bozukluklarla ilgilidir. Oysa şizofrenide genellikle bilinç,
yönelim, bellek, zeka alanında çok belirgin bozukluk olmaz. Epilepsi ve toksik
etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan kimi beyin hastalıklarında, şizofreniye
özgü düşünce ve davranış biçiminin uzun sürmemesi ayırıcı tanıda önemlidir.
Toksik etkenlerle ortaya çıkan ve şizofreniden ayırt edilmesi gereken
psikozlarda asıl ayırıcı tanı ilaç alışkanlığı öyküsüdür.
Şizofreniye Benzer Psikozlar:
Psödo-psikoz'da genellikle
başlangıç ağır, akut ruhsal travmayla birden kısa sürede olur ve klinik görünüm
çok renklidir. Hastanın belirtilerinde yapaylık, delilik oyunu oynadığı
izlenim, belirgin birincil ve ikincil kazançların bulunması, kısa sürmesi ve
aileden alınan bilgide içine kapanık olmayan bir kişilik yapısı ve uyum biçimi
gibi ipuçları ayırıcı tanıya yardımcı olmaktadır.
Şizofreniye benzediği bildirilen
ve kimi toplumlara özgü ruhsal bozukluklar olarak tanımlanan Amok, Latah,
Wihtiko çılgınlıkları ağır, akut psikoz durumlardır.
Yaygın gelişimsel bozukluklar olarak
bilinen otizm ve Asperger sendromu gibi hastalıklar çocukluğun erken
dönemlerinde başlarlar ve yetişkin yaşa dek kendilerine özgü belirtileri
taşırlar.
Kimi orta veya hafif zeka
geriliklerinde varsanılar, sanrılar ve acayip davranışlarda akut çılgınlık
durumları ortaya çıkabilir ve bunlar kronikleşebilir. Zeka geriliği durumunun
saptanmasıyla şizofreniden ayrılır.
Paranoid Bozukluklar: Sanrıları
çoğu kez oldukça düzenli hatta inandırıcı gibidir. Şizofrenide ise sanrılar
dağınık, tutarsız, acayiptir.
Duygudurum Bozuklukları: Bu
bozukluklarda temel olarak şizofrenideki dereistik düşünce yapısı, otistik
yaşam biçimi görülmez.
Psikonevrozlar: Genellikle
gerçeği değerlendirme yetisi bozulmaz ve şizofrenide görülen ağır dereistik
düşünce görülmez.
Gidiş ve sonlanış
Şizofreni çok değişik gidiş ve
sonlanış gösteren süregen bir bozukluktur. Gidiş ve sonlanışın
değerlendirilebilmesi için genellikle şu ölçütler kullanılır: hastalığın
belirtileri, iş uyumu, toplumsal uyumu, hastaneye yatış sayısı ve süresi,
bilişsel yetileri, genel sağlığı, özkıyım (intihar).
Olumlu gidiş göstergeleri:
Başlangıcın birden, renkli
pozitif belirtilerle gelişmesi
Hastalığın ortaya çıkmasında ağır
çevresel stres etkenlerinin fazlalığı.
Hastalığın türünün katatonik veya
şizo-affektif olması.
Aile ortamının düzenli, duygu
dışavurumunun düşük olması.
Sağaltıma erken dönemde başlanan,
düzenli devam eden durumlar.
Gelişmekte olan ülkelerde
şizofreni prognozu gelişmiş ülkelere göre daha iyidir.
Olumsuz gidiş göstergeleri:
Hastalığın erken yaşta başlaması
ve gelişmesi
Hastalık öncesi kişiliğin şizoid
ya da şizotipal oluşu, belirtilerin sinsi ve yavaş ortaya çıkışı
Hastaneye yatma sayısının çok,
yatma sürelerinin uzun, iyileşme durumlarını kısa olması
Negatif belirtilerin baskın
olması
Ailede kalıtımsal yükümlülüğün
(kalıtımsal yatkınlık, ailede hasta birey olması) yüksek olması
Aile ortamının bozuk, duygu
dışavurumunun yüksek oluşu
Hastanın kendisinden, ailenin ve
çevrenin hastadan beklentilerinin yüksek ve aşırı baskılı olması.
Beklentiler yükseldikçe ve
hastalar bunu karşılayamadıkça düş kırıklarına bağlı öfke ve üzüntü
tepkilerinin daha şiddetli olması beklenir. Bu nedenle ailenin hasta hakkındaki
emellerini daha gerçekçi, alçak gönüllü bir düzeye çekmesi sağlanmalıdır. Bunun
sağaltımda da önemli bir yeri vardır.
Şizofreniklerde intihar akut
dönemlerde hiç beklenmedik anda birden olabilir. Bazı ağır negatif belirtili,
yetiyitimli süregen hastalar planlayarak kendilerine kıyabilir. Şizofreniklerde
özkıyım riskini artıran faktörler arasında; erkek olma, bekarlık, işsizlik,
toplumdan yalıtılmış olmak, çökkünlük, çaresizlik, önemli bir yitim ve ilaç/madde
bağımlılığı sayılabilir.
Oluş nedenleri
Şizofreni araştırmalarında büyük
ilerlemelere rağmen hastalık için spesifik etiyolojik faktörler veya patogenik
süreçler kesin olarak tanımlanamamıştır. Etiyoloji üzerindeki görüşler eskiden
beri organik ve psikososyal olmak üzere iki ana kümede tartışılmış olsa da,
20-30 yıldan beri şizofreni, giderek artan bir yaygınlıkla, beynin bir gelişim
bozukluğu olarak kabul edilmektedir. Hastalığın asıl nedeninin henüz
kanıtlanamamış bir beyin bozukluğu olduğu görüşü kesinlik kazansa bile, bu
rahatsızlığın ortaya çıkışında ve zaman zaman görülen alevlenmelerde
çevresel-zihinsel etkenlerin varlığı da önemsenmektedir. Şizofreni tek tip bir
hastalık değildir. Böyle bir hastalıkta çok değişik oluş nedenlerinin bulunması
doğaldır. Organik yönden yapılan araştırmaların yanı sıra psikolojik ve çevresel
etkenlerin araştırılması da önemli bir konu olmuştur. Organik bir etiyolojinin
gösterilmeyişi nedenin psikososyal olduğunu kanıtlamaz ancak çevresel etkenler
açık biçimde gösterilebildiği zaman anlam kazanabilir.
PET üzerine bir çalışmada,çalışan hafızada frontal lob aktivetesinin (kırmızı) daha az olduğu, striatumda anormal dopamin aktivetesinin büyük oranda arttığı gösterilmiş (yeşil), bunun şizofrenide nörobilişsel hasarla ilişkili olabileceği öne sürülmüştür.
PET üzerine bir çalışmada,çalışan hafızada frontal lob aktivetesinin (kırmızı) daha az olduğu, striatumda anormal dopamin aktivetesinin büyük oranda arttığı gösterilmiş (yeşil), bunun şizofrenide nörobilişsel hasarla ilişkili olabileceği öne sürülmüştür.
Psikososyal etkenler
Sinaptik bağlantıların budanması,
öğrenme ve beyin yoğrulması gibi önemli biyolojik oluşumlarda erken dönemde
yaşanan psikososyal olayların önemli bir rolü vardır. Şizofreninin temelini
teşkil ettiği farz edilen nörobiyolojik hasarların biraz olsun düzeltilmesinde
hatta iyileştirilmesinde rehabilitasyonun çok önemli bir rolü olduğu
düşünülmektedir.Günümüzde şizofreninin oluş nedeni hakkında Nörodejeneratif ve
Nörogelişimsel olmak üzere iki önemli kuram vardır. Son zamanlarda
nörogelişimsel kuram giderek güçlenmektedir.
Şizofreninin herşeyden önce
biyolojik bir hastalık olduğuna inanılmaktadır. Bununla beraber şizofreni
oluşumunda hem çevresel hem de kalıtımın rol oynadığı kompleks bir hastalıktır.
Tek bir nedeni yoktur, çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi ile oluşur.
Şizofreniye yatkınlık kalıtımsal olmakla birlikte bozukluğun akut krizler
halinde su yüzüne çıkmasında en önemli etkenler şunlardır;
LSD gibi halüsinojen maddelerin
kullanımı.
Concerta ve Ritalin gibi DEHB
tedavisinde kullanılan ilaçların etken maddesi olan Methylphenidate, aşırı doz
kullanımı veya doktor kontrolü dışında kullanımı ile şizofreniye zemin
hazırlamaktadır.
Hamilelikte komplikasyonlar
Duygusal anlamda etkileyebilecek
olaylar (Kazalar, kayıplar)
Evlilik, hamilelik dönemi
Stres, travma ya da aşırı
derecede mutlu edebilecek olaylar
Genetik faktörler
Aile araştırmaları
Genel nüfusta %0,5-1 arasında
bulunan şizofreni sıklık oranı, şizofreni hastası kişinin birinci derecedeki
akrabalarında yaklaşık %10’dur, yani hastanın birinci derecedeki akrabaları
için risk genel popülasyon için olanın 10-20 katı kadardır. Akrabalık uzaklaştıkça
bu oran düşmektedir. Bu konuda yapılan araştırmalardan elde edilen veriler
şizofrenide kalıtımsal bir etkenin bulunduğu görüşünü desteklemektedir. Fakat
aile araştırmalarından elde edilen veriler, hem genetik mekanizmayı hem de
yakın çevrenin neden olabileceği etkiyi içermektedir. Bu etkileri birbirinden
ayırabilmek için evlat edinme araştırmaları ve ikiz araştırmaları yapılmıştır.
İkiz araştırmaları
Değişik ülkelerde yapılan
araştırmalar, tek yumurta ikizlerindeki konkordansın çift yumurta ikizlerinden
çok daha yüksek olduğunu göstermiştir. Örneğin; konkordans oranı yaklaşık %50
olan tek yumurta ikizleri (monozigotik ikizler) ve %10-14 olan çift yumurta
ikizleri (dizigotik ikizlerle) yapılan araştırmada, kalıtılabilirlik %80 olarak
gösterilmektedir.
Evlat edinme araştırmaları
Kalıtımın yanı sıra çevrenin de
hastalık üzerine etkisini anlatmak için evlat edinme araştırmaları yapılmıştır.
Bu araştırmalarda biyolojik ana-babası şizofrenik olan ve başkalarına evlat
olarak verilen çocuklarda şizofreni oranı belirgin olarak yüksek bulunmuştur.
Moleküler genetik
Günümüzde yapılan çalışmalarla
artık bir risk etkeni olarak kalıtımın yeri kesinleşmiştir. Fakat hastalığın
hassas bölgedeki basit bir pozisyon değişikliğinden mi, eksik penetransa sahip
tek bir genden mi, değişik genlerden mi kaynaklandığı henüz açıklığa
kavuşmamıştır. Nonmendelian kalıtıma uyan bu hastalıkta eksik penetrans ve
çoklu gen kuramı olasıdır.
Klasik aile, ikiz, evlat edinme
çalışmalarının yanı sıra son yıllarda moleküler genetik çalışmaları da gitgide
artmaktadır. Genetik belirleyiciler üzerinde yapılan çalışmalarda 5. kromozom,
11. kromozomda bulunan DRD2 (Dopamin-2) reseptörünün yerleşme noktası ve X
kromozomları incelenmiş, fakat çalışmalar henüz bir sonuç vermemiştir. Bağlantı
dengesizliği üzerinde yapılan çalışmalar ise şizofrenide birden çok genin
etkili olabileceği görüşüne dayanmaktadır. Bu çalışmalarda özellikle, sinaptik
yayılım ve postsinaptik reseptör kontrolünü etkileyen DTNBP1, nöronal migrasyon
ve beyin gelişiminde önemli rolleri olan NRG1, 1q42.1 bölgesinde bulunan DISC1
ve DISC2 (dısrupted ın schizopherenia) genleri ve ayrıca 22q11 silme
sendromunun şizofreni için oldukça yüksek bir riske sahip olduğu ortaya
konmuştur. Ayrıca dopaminin salınımını kontrol eden COMT
(Katekol-O-metiltransferaz) kodlanmasını sağlayan gen üzerinde de çalışmalar
vardır. Bütün bu genler nörogelişimsel süreç, anormal sinaptik bağlantılar ve
bozuk nörotransmitter salınımı ile ilişkilidir.
Biyokimyasal faktörler
Hücresel iletişim ve antipsikotik
ilaçların farmokolojik işlevleri hakkındaki bu bilgiler; dopamin, noradrenalin,
seratonin, asetilkolin, glutamat, nöromodülatör proteinler ve bunların
reseptörleri hakkında biyokimyasal hipotezlerin ortaya atılmasına katkıda
bulunmuştur.
Dopamin varsayımı
Şizofreninin fizyopatolojisinde
dopamin varsayımı 1960-1970'lerden bu yana sayısız araştırmaya konu olmuştur.
Bunun nedeni üç önemli bulguya dayanmaktadır:
1.Amfetamin, kokain, levodopa ve
metilfenidat gibi dopamin aktivitesini arttıran maddeler şizofreninin bazı
yönlerine benzeyen paranoid psikoza yol açarlar.
2.Şizofreniklerin tedavisinde
kullanılan nöroleptiklerin antipsikotik etkisiyle bunların DA2 reseptörlerine
bağlanma gücü arasında ilişki görülmüştür.
3.Şizofreni hastalarının ölüm
ardı (post-mortem) ve PET incelemelerinde beyinde DA2 benzeri reseptörlerin
yoğunluğunda artma olduğu gösterilmiştir.
Dopamin varsayımının altında
yatan gözlem, kimi şizofreni hastalarında; mezolimbik, mezokortikal ya da
nigrostriatal dopaminerjik nöronlarda göreceli bir etkinlik artmasıdır.
Şizofrenide görülen sanrı, varsanı, düşünce bozukluğu, düzensiz davranışlar
gibi pozitif belirtiler bu artma ile açıklanmaya çalışılmıştır. Etkili
nöroleptikler özellikle DA2 reseptörlerine ket vurarak (inhibe ederek) dopamin
artımını önler ve bu yolla pozitif belirtileri düzeltirler. Fakat duygularda
küntleşme, ilgisizlik, aldırmazlık, toplumdan çekilme, düşünce fakirliği gibi
negatif belirtileri daha yoğun olan hastalar nöroleptiklerden fazla
yararlanamamaktadır. Bunun nedeni, bu hastalarda beyin neokorteksinde negatif
belirtilere yol açan dopamin reseptör sayısı ve aktivitesinde azalmalardır. Bu
konuda yapılan çalışmalarla prefrontal kortekste dopamin salınımını sağlayan
COMT (katekol-O-metiltransferaz) enziminde kalıtımsal bir bozukluk olduğu gözlemlenmeye
çalışılmıştır..
Glutamat varsayımı
Glutamat beyinde en fazla işlevi
olan nörotransmitterlerden biridir. Araştırmalar bir uyarıcı aminoasit olan
glutamat aracılığıyla beyinde gerçekleştirilen nöral iletimin şizofreniklerde
bozuk olabileceğini göstermektedir. Bazı araştırmalarda şizofrenide hipokampustaki
N-metil-D-aspartat reseptörlerinde glutamerjik etkinlikte bir eksiklik olduğu
görülmüştür. Bu konuda araştırmalar henüz kesin bir sonuca ulaşmış değildir.
Glutamat hipotezine göre;
glutamatın şizofreni patofizyolojisindeki yeri majör glutaminerjik reseptör
olan N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptör kompleksinde glutaminerjik etkinlikte
bir eksiklik; glutaminerjik, dopaminerjik, GABA sistemleri arasındaki
ilişkiler; fensiklidinin neden olduğu akut ve kronik etkilere dayanmaktadır.
NMDA'nın antogonisti olan fensiklidinin kısa dönemli uygulanımı şizofrenide
görülen pozitif ve negatif belirtilere yol açmakta, kronik uygulanımı ise
prefrontal kortekste hipodopaminerjik durumu doğurmakta ve negatif belirtilere
neden olmaktadır.
Serotonin ve Noradrenalin
varsayımları
Şizofreniklerin bir kesiminde
beyinde ve beyin-omurilik sıvısında noradrenalin arttığı ve bu yolla
dopaminerjik yayılımın çoğaldığı bildirilmiştir. Fakat noradrenalin yıkım ürünü
olan MHPG üzerindeki çalışmalar bir sonuç vermemektedir.
Serotonin reseptörlerini bloke
edici etkisi yüksek olan klozapin süregen şizofrenik hastalarda olumlu etki
göstermektedir. Dopaminerjik ve serotonerjik dizgeler anatomik olarak birbirine
bağlantılıdır ve işlevsel olarak birbirleriyle etkileşim içindedirler. Henüz
serotoninin şizofrenideki yeri aydınlatılamamıştır.
Noradrenalin ve serotonin üzerine
yapılan araştırmalar dopamin varsayımına karşı değil onu tamamlamaya
yöneliktir. Bu araştırmalar kesin bir sonuca ulaşılamamıştır.
Beyinde yapısal ve işlevsel
bozukluklar
Beynin belli bir ya da birkaç
bölgesinde birinci derece sorumlu özgül bir bozukluk henüz saptanamamıştır.
Araştırmalar şizofreninin daha çok beynin iletim devrelerinde bir bozukluk
olabileceğini göstermektedir. Şizofreniklerde genel beyin hacminde küçülme
bulunmuştur. Bu eksilmenin nedeninin nöro-dejeneratif bir bozukluk mu,
nöro-gelişimsel bir bozukluk mu olduğu tartışılmaktadır. Son yıllardaki
incelemelerin çoğu nörodejeneratif bozukluktan ziyade nörogelişimsel bozukluk
görüşünü desteklemektedir.
Araştırma verilerine göre;
frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve ayıklama işlevinde bozukluk,
prefrontal korteks ve serebellum arasındaki devrelerde bozukluk vardır. Yapılan
araştırmalarla süregen şizofrenik hastalarda uyaranların beyne ulaşırken
karşılaştıkları süzgeçte ve girdi ayarlamasında bir yetersizlik olduğu, bu
nedenle beyne çok fazla bilgi iletildiği, ama hastanın bu bilgileri uyum
amacıyla ayıklayamadığı ve bütünleştiremediği anlaşılmaktadır. Şizofreniklerde
temelde bir bilgi-işleme kusuru olabileceği görüşü giderek ağırlık
kazanmaktadır. Şizofreni bilgi-işleme kuramları başlangıçta daha çok
uyaranların süzülmesinde bir bozukluk olduğu varsayımına dayanmaktaydı. Son
yıllarda daha çok nörofizyolojik temelli bilgi işleme kuramları öne
çıkmaktadır. Bazı araştırmalara göre şizofrenide temel bozukluk istenç
eksikliğidir. Niyetlenme ve harekete geçme işlevleri frontal korteks ile
ilgilidir. Şizofrenide bir niyetin harekete geçirilmesi için gerekli olan
istenç eksikliği frontostriatal bir patolojiyle bağlantılıdır. Son yıllarda
"eksiklik sendromu" giderek artan biçimde ilgi çekmektedir.
Beyin görüntüleme yöntemleri
Manyetik rezonans görüntüleme ve diğer beyin görüntüleme tekniklerinde teknolojinin gelişimini takiben şizofreni tanısı almış kişilerde beyin aktivitesindeki farklılıklar üzerine çalışmalar vardır.
Manyetik rezonans görüntüleme ve diğer beyin görüntüleme tekniklerinde teknolojinin gelişimini takiben şizofreni tanısı almış kişilerde beyin aktivitesindeki farklılıklar üzerine çalışmalar vardır.
Günümüzde şizofrenide beyindeki
yapısal anormalliklerinin araştırılmasında çoğunlukla manyetik rezonans (MR)
teknikleri kullanılmaktadır. Birçok beyin MR incelemesi; lateral ventrikülerin
hacminde artma, beynin tümünde az da olsa azalma (%2-3 arasında), ayrıca
hipokampus, talamus ve frontal lobların bölgesel hacminde azalma olduğunu
göstermektedir[. Bununla beraber, şizofrenlerdeki ventriküler genişlemenin
ilerleyici olmadığına ve hastalık ortaya çıkmadan önce de var olduğuna dair
kanıtlar bulunmaktadır.
Çocukluk-başlangıçlı
şizofrenlerin anatomik MR araştırmaları, gri cevherde azalma ve ventriküler
büyümenin yetişkinliklerinde tipik olarak görüldüğünü göstermektedir. Buna zıt
olarak yetişkinlik-başlangıçlı şizofrenide temporal lobda yapısal değişiklikler
bulunmuştur.
Şizofrenide pozitron emisyon
tomografisi (PET) araştırmaları ise frontal loblar, bazal gangliyonlar, talamus
ve temporal loblar üzerine yoğunlaşmış ve bunların her biri ile ilgili bir
takım anormallikler gösterilmişse de henüz beynin belli bir ya da birkaç
bölgesinde birinci derecede sorumlu özgül bir bozukluk saptanamamıştır.
Şizofrenide genel olarak frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve
ayıklama işlevinde bozukluk, prefrontal korteks ve serebellum arasındaki
devrelerde bozukluk olduğu bilinmektedir.
Şizofrenlerin beyin büyüklükleri
sağlıklı kontrol grupları ile karşılaştırıldığında yaklaşık olarak %5-8 daha hafif
ve %4 daha küçüktü. Ayrıca Nelson ve arkadaşları, bir manyetik rezonans (MR)
meta-analiz çalışmasında, şizofreni ile bilateral hipokampus ve amigdala
küçülmesi arasında pozitif ilişki olduğunu kanıtlamıştır.
Şizofrenide güncel kuramlar
1990'lara kadar uzun yıllar bilim
çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Ancak bu
hipotez hastalığın patofizyolojisini açıklamakta yeterli olamamıştır. Son
yıllarda yapılan çalışmalar neticesinde, artık günümüzde yaygın kabul gören görüş,
nörogelişimsel kuramdır.
Yıllar boyunca şizofreninin,
hastalık ortaya çıkmadan kısa bir süre önce meydana gelen patolojik süreçlerden
kaynaklandığı düşünülmüştür. Günümüzde ise yaygın olarak şizofreninin erken
beyin gelişiminde meydana gelen bir anormallikten kaynaklandığı kabul
edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında şizofreni beyin gelişiminden kaynaklanan
ensefalopatiler gibi kabul edilmektedir.
Nöro gelişimsel kuram
Nörogelişimsel kuram,
şizofreninin yaşamın erken dönemlerine ait gelişim basamakları ile ilgili sabit
ve yapısal bir noksanlıktan kaynaklandığını öne sürmektedir. Bu gelişim
basamakları; nöronal öncülleri, glial proliferasyonu ve migrasyonu, aksonal ve
dentritik proliferasyonu, aksonların miyelinizasyonunu, programlı hücre ölümünü
ve sinaptik budanmayı kapsamaktadır. Yaygın olarak kabul gören bir model,
nörogelişimsel bir kusurun morfolojide ve hücre mimarisinde değişikliğe yol
açarak nöronların modulatuar kapasitelerinde bir noksanlık meydana getirdiğini
öne sürmektedir. Bununla birlikte ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde bu
nörogelişimsel kusurun stres gibi çevresel tetikçilerle birlikte belirgin
semptomlara yol açtığı düşünümektedir. Bozukluğu kompanse eden sinaptik
bağlantıların budanma sonucu yok olmalarının belirtilerden sorumlu olduğu
düşünülmektedir.
Nörogelişimsel kuram,
şizofreninin yaşamın erken dönemlerine ait gelişim basamakları ile ilgili sabit
ve yapısal bir noksanlıktan kaynaklandığını öne sürmektedir. Nörogelişimsel bir
kusurun morfolojide ve hücre mimarisinde değişikliğe yol açarak nöronların
modulatuar kapasitelerinde bir noksanlık meydana getirdiğini öne sürülmektedir.
Bununla birlikte ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde bu nörogelişimsel
kusurun stres gibi çevresel tetikçilerle birlikte belirgin semptomlara yol
açtığı düşünümektedir. Bozukluğu kompanse eden sinaptik bağlantıların budanma
sonucu yok olmalarının belirtilerden sorumlu olduğu düşünülmektedir.
Hastalığın erken gelişim
döneminde oluşan bir lezyondan köken almasına rağmen klinik belirtilerin
ergenlik çağının sonlarında ortaya çıkması ergenlik döneminde gerçekleşen
olgunlaşma süreçlerinin psikozu ortaya çıkarttığı yönünde yorumlanmaktadır.
İnsan beyninin, yaklaşık olarak yetişkin beyin büyüklüğüne ilkokul yıllarında
ulaştığı bilinmektedir ve bu büyüme beyaz cevherden değil gri cevherden olur.
Ayrıca nöral bağlantıların özgül olarak düzenlenmesi ve serebral yapılardaki
özel küçülmeler de erken serebral olgunlaşmada gerçekleşmektedir. Erken dönemde
oluşmuş bir lezyon ile hastalığın ortaya çıkması arasındaki gecikme, ergenlikte
meydana gelen kortikal budanma gibi bazı olgunlaşma mekanizmalarında meydana
gelen genetik değişikliklerle açıklanmaktadır.
Gecikmiş başlangıcın nedenleri
Günümüzde hastalığın klinik
olarak başlamasına neden olan ek bir patolojinin ortaya çıkması ya da
tetikleyici psikostresör bir etkenin varlığı üzerinde yoğunlaşılmıştır.
Şizofrenide, erken beyin gelişimindeki hasarla bozulmuş nöronal sistemler
aslında geç olgunlaşan nöronal sistemlerdir. Bu nedenle, bunlara ait bir
fonksiyonel bozukluk, postnatal olgunlaşmanın tamamlandığı döneme dek
görülmeyebilir. Diğer bir deyişle postnatal beyin gelişimi tamamlanıncaya dek
-ki bu durum geç adölesan ve hatta erken erişkinlik dönemlerine kadar devam
eder- hem hatalı fonksiyon belirti vermez hem de diğer sistemler bu hatalı
fonksiyonu kompanse ederler. Bunun nedeni - Kennard prensibi - genç beynin daha
fazla kompansasyon kapasitesine sahip olmasıdır.
Nöropsikolojik testler ve
fonksiyonel beyin görüntüleme tekniklerini kullanan çalışmalar; kortikal
disfonksiyonun, prefrontal ve temporal loblar arasındaki fonksiyonel ilişkiyi
içerdiği gösterilmiştir ki bu şizofreninin karakteristik bulgusudur. Beynin en
geç olgunlaşan bölümü prefrontal-temporal bölgedir. Nörogelişimsel kurama göre,
bu nedenle bu bölge ile ilgili fonksiyonel bozukluk belirtileri geç ortaya
çıkar. Prefrontal-temporal bölge çevresel şartlar yetersiz olduğunda maksatlı
davranışa rehberlik etmek için geçmiş deneyimlerin kullanımını kolaylaştıran
bölgedir. Sonuçta yeni çevresel şartlar ile geçmiş deneyimler arasında bağlantı
kurarak yeni tepkilerin verilebilmesi ve uyumlu bir davranış modeli
gösterilebilmesinde rehberlik yapar. Yeni bir stresör ile karşılaşan kişi,
prefrontal-temporal bölgenin işlevi sayesinde bu stresör ile başa çıkabilir. Bu
nedenle prefrontal-temporal bölgenin henüz gelişmekte olduğu erken çocukluk
dönemlerinde bu fonksiyon işlev görmediğinden diğer bölgelerin kompansasyonu
yardımıyla stresör etkenlerle başa çıkıldığından bu bölgedeki bozukluk
olgunlaşma tamamlandıktan sonra ortaya çıkacaktır. Çünkü bu dönemde diğer olgun
bölgelerin kompansanyon işlevi de son bulmuştur.
Nörogelişimsel anormalliklerle
şizofreni arasındaki ilişkinin kanıtları
Konuşmada gecikme, okuma ve motor
becerilerde yetersizlik gibi nörogelişimsel bozukluklar genellikle ilerleyici
değildirler ve yaşamın ilk on yılında görülmektedirler. Serebral morfolojik
değişiklikler; mikrosefaliyi, hidrosefaliyi, anormal hücre migrasyonunu ve bazı
beyin bölgelerinin asimetrisini içermektedir. Şizofreni hastaları
nörogelişimsel bozukluklukların birçok karakteristik özelliğini taşımalarına
rağmen çok farklı klinik bulgular sergilemektedirler. Bu nedenle bu bozukluklar
hakkında genel bir yargıya ulaşmakta güçlükler yaşanmaktadır. Nörogelişimsel
kuram göz önüne alındığında, hastalığın gizli, belirti vermeyen bir süreci
olduğu ve lezyon ile bazı nörogelişimsel anormalliklerin tanı konulmadan önce
gözlenebilineceği düşünülmektedir. Şizofrenideki nörogelişimsel anormalliklerle
ilgili yapılan çalışmaların çoğu olumsuz sonuçlansa da bazı çalışmalar
şizofreni için risk sayılan bir takım davranışsal ve bilişsel anormallikler
tanımlamaktadır.Hastalığın erken gelişim döneminde oluşan bir lezyondan köken
almasına rağmen klinik belirtilerin ergenlik çağının sonlarında ortaya çıkması
ergenlik döneminde gerçekleşen olgunlaşma süreçlerinin psikozu ortaya çıkarttığı
yönünde yorumlanmaktadır. İnsan beyninin, yaklaşık olarak yetişkin beyin
büyüklüğüne ilkokul yıllarında ulaştığı bilinmektedir ve bu büyüme beyaz
cevherden değil gri cevherden olur. Ayrıca nöral bağlantıların özgül olarak
düzenlenmesi ve serebral yapılardaki özel küçülmeler de erken serebral
olgunlaşmada gerçekleşmektedir. Erken dönemde oluşmuş bir lezyon ile hastalığın
ortaya çıkması arasındaki gecikme, ergenlikte meydana gelen kortikal budanma
gibi bazı olgunlaşma mekanizmalarında meydana gelen genetik değişikliklerle
açıklanmaktadır.
Nörodejeneratif kuram
Nörodejeneratif kuram, gelişimsel
evrelerde herhangi bir sorun olmaksızın, sonradan nöronal dejenerasyon
sonrasında hastalığın ortaya çıktığı görüşünü destekler. Hastalığın seyri
sırasında nöron fonksiyonlarında progresif kayba yol açan, bir nörodejeneratif
sürecin devam ettiğini iddia eder. Hastalığın genellikle ileri (yetişkin)
yaşlarda ortaya çıkması ise yaşlı nöronların bu bozuklukların dejenerasyonuna
daha duyarlı olduğuna bağlanmaktadır.
1990'lara kadar uzun yıllar bilim
çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Buna göre
genç erişkin dönemde klinik semptomatoloji başlayıncaya kadar birçok olguda ya
beyin gelişiminin normal olduğu ya da sonradan gelişen metabolik, enfeksiyöz
veya degeneratif hastalıklar nedeniyle hasara uğrayan beynin bozuk işlevleri
sonucu şizofreni ortaya çıktığı ileri sürülmüştür. Bu çerçevede viroimmünolojik
hipotez gibi görüşler de ileri sürülmüştür.
Ancak son yıllarda yapılan
araştırmaların neticesinde; şizofreni kliniği arasında bağlantıların olduğunu
gösterebilen nörobiyolojik modellerin bulunması nörodejeneratif hipotezden
ziyade nörogelişimsel modelin şizofreni kliniğine uygun olduğu görüşü ağırlık
kazanmaktadır. Bir grup araştırmacı ise bazı şizofrenlerin, nörogelişimsel
modelden çok nörodejeneratif modele uygun klinik tablolar sergilediğini öne
sürmektedir. Bu tablolar, önceden sağlıklı olan insanlarda meydana gelen ve
başlarda giderek kötüleşirken sonra hafifleyen ya da psikotik ve/veya negatif
belirtilerle devam eden hastalık durumunu ve hastalık öncesi haline dönen çok
küçük bir grubu içermektedir.
Şizofrenide risk etkenleri
Şizofeni için annenin kötü
beslenmesi, zehirlenmesi, strese maruz kalması, enfeksiyonlar, gebelikte ve
doğumda karşılaşılan olumsuzluklar ve genetik etkenler dahil sayısız risk
etkeni tanımlanmıştır. Yapılan bir araştırmada; şizofreni ile doğumda erken
membran ruptürü, forsepsle doğum ve 2,500 gramdan düşük doğum ağırlığı arasında
belirgin ilişki olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca erkeklerin gebelik ve doğum
sorunlarına, serebral olgunlaşma zamanlarının farklı olmasından sebep daha
hassas oldukları öne sürülmektedir. Annenin beslenmesi üzerinde birçok
araştırma yapılmasına rağmen, sadece gebeliğin ilk üç ayında yetersiz folik
asit alımı ile nöral tüp defektleri (spina bifida, hidrosefali, anensefali)
arasında bir ilişki olduğu bulunmuştur.
Ilıman iklime sahip ülkelerdeki
epidemiyolojik çalışmalar kış sonu ve ilkbahar başlarındaki doğumlarda şizofreni
prevalansının yüksekliğine dikkat çekmektedir. Şizofreni ile doğum mevsimi
arasındaki ilişkiyi açıklayan çevresel etkenler enfeksiyon ajanlarına, beslenme
faktörlerine ve çevre sıcaklığındaki değişikliklere işaret etmektedir. Ayrıca
şizofreni üzerine yapılan epidemiyolojik çalışmalar annenin gebeliğin ikinci üç
aylık döneminde maruz kaldığı grip ve diğer virüslerin bebeğin ileriki
yaşlarında şizofreni için risk teşkil edebileceğini göstermektedir.
Tedavi
Bu güne kadar şizofreninin ana
kökeni ve tam tedavisi bulunamamıştır. Aşağıdaki tedavi şekilleri semptom
tedavisinde,akut krizlerin tekrar ortaya çıkmasını engellemek ve kişinin
bozukluğa rağmen kişilik gelişimini desteklemek içindir. Şizofreni tedavisi
dört önemli başlık altında özetlenebilir;
1-İlaçla Tedavi
2-Psiko ve Sosyoterapi
3-Psiko-bilgilendirme
4-Aile Desteği
İlaçla tedavi
1950'lerde şizofreni tedavisinde
kullanılmasıyla çığır açan klorpromazin molekülü
Şizofreninin ilaçla tedavisinde
nöroleptikler kullanılmaktadır. Nöroleptiklere; Clozapin, Risperidon, Zotepin,
Sulpirid , Olanzapin, Sertindol, Amisulprid, Quetiapin, Ziprasidon örnek
verilebilir. Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar 1950'lerde ilk olarak
klorpromazin ile kullanıma girmiş ve şizofreni tedavisinde çığır açmıştır[80].
İlaçların kullanımı hastadan hastaya ve türden türe değişiklik göstermektedir.
İlaçların etki süresi de hastadan hastaya değişiklik gösterir ve kullanılan
ilacın türüne bağlı değişik yan etkiler görülebilir. Sıkça görülen yan etkiler
arasında yorgunluk, hareket bozuklukları, yerinde oturamama, susuzluk, terleme,
bulanık görme, iştah artması, kilo alma sayılabilir. Özellikle eski tip
antipsikotiklerin uzun süreli kullanımına bağlı olarak tardiv diskinezi adı
verilen, istemsiz hareketlerle karakterize bir hareket bozukluğu ortaya
çıkabilir.
Akut dönemlerinde zorunlu olmak
üzere şizofrenide ilaçlar başta gelen tedavi yöntemidir. İlaçsız sağaltım
yöntemleri süregenleşme riskini arttırır. İlaçların özellikle pozitif
belirtileri yatıştırdığı bilinmektedir. İlaçlara yanıt ve duyarlılık bireyden
bireye farklılıklar göstermektedir. Negatif belirtilerin baskın olduğu
hastalarda yatıştırıcı etkisi daha az olan nöroleptiklerin kullanımı
araştırmalarla desteklenmiştir. Uzun süre verilen ilaçlar bazen hastalarda
negatif belirtilerin artmasına neden olabilmektedir.
Psikoterapi
Şizofreni hastalarının
tedavisinde kullanılmak üzere çeşitli psikoterapi yaklaşımları (bilişsel-davranışçı
terapiler, destekleyici psikoterapi, ilaç uyum terapisi, “kişisel” terapi,
kabullenme ve bağlılık terapisi vb.) geliştirilmiştir. Bu yaklaşımlar arasından
etkinliği konusunda hakkında en fazla kanıt bulunan tür, bilişsel-davranışçı
terapi olarak adlandırılan terapi çeşididir. Bu tür bir terapinin, ilaç
tedavisinden sonra geride şikayetleri kalan hastalarda yararlı olduğu
düşünülmektedir.
Psiko-bilgilendirme
Psiko-bilgilendirmenin şizofreni
hastalarının tedavisinde uygulanacak programa dahil edilmesinin yararlı
olduğuna dair kanıtlar vardır ve bazı ülkelerde bu tür programlara rutin olarak
dahil edilmiştir.
Alternatif yaklaşımlar
Şizofrenide ilaçla tedavi yanında
bir beslenme planı da bazı yazarlarca önerilmiştir. Bu yazarlara göre alkol, kahve,
et ve şekerin mümkün olduğunca az alınması gerekir. Omega-3 bağı içeren
yağların (balık, her türlü deniz ürünleri, tofu, soya, badem, ceviz), omega-6
bağı içeren yağlar (ayçiçeği, susam, mısır), folik asitler (taze portakal suyu,
ıspanak, fıstık, kuru fasulye, nohut), B3 vitamini (balık, patates, avokado,
kahverengi pirinç), B6 vitamini (tavuk, karnabahar, domates) ve C vitamini
(brokoli, turunçgiller, lahana, kivi) tüketimi yine bazı yazarlar tarafından
önerilmiştir.Bir diğer öneri ise çölyak hastalığının da tedavi şekli olan
glutensiz ve kazeinsiz diyet'tir.
Toplum ve kültür
1999 yılında yapılan geniş bir
örnekleme sahip bir çalışmada, Amerikalıların şizofreni konusundaki inanışları
incelenmiştir. Bu çalışmada, şizofrenlerin başkalarına zarar verici
davranışlarda bulunmasını Amerikalıların %12,8'i oldukça muhtemel olduğuna
inanırken, %48,1'inin ise bunun bir miktar muhtemel olduğuna inandığı
bulunmuştur. Aynı çalışmada, şizofrenlerin kendi tedavileri hakkında karar
verme yetileri olup olmadığı konusunda bir başka soruya ise %74'ün üzerinde
kişi pek muktedir değil veya hiç muktedir değil diye cevaplamıştır. Aynı
şekilde para idaresi konusunda karar verme yetileri olup olmadığı konusundaki
soruya da %70,2'si pek muktedir değil veya hiç muktedir değil diye
cevaplamıştır. Yapılan bir çalışmada, psikoz hastalarının şiddete meyilli
oldukları inancının 1950'lerden bu yana iki katından fazla arttığını
gösterilmiştir.
Akıl Oyunları adlı kitap ve
filmde, şizofreni tanısı konmuş Nobel ödüllü matematikçi John Forbes Nash'ın
hayatı konu edilmiştir. Marathi dilindeki Devrai adlı filmde bir şizofreni
hastasının konu edilmiştir. Hastaların davranış şekli, düşünce yapısı ve
hastalıkla mücadelesi konu edildiği film Hindistan'ın batısında yer alan
Maharashtra'ın Konkan bölgesinde çekilmiştir. Ayrıca, hastaların tedavide
kullandıkları ilaçlar ve aile üyelerinin gösterdikleri büyük sabır da filmde
konu edilen diğer konulardır. Şizofrenlerin aile üyeleri tarafından kaleme
alınan gerçek olaylara dayanan kitaplardan bir diğeri ise, Avustralyalı
gazeteci Anne Deveson'un oğlunun şizofreni ile mücadelesini kaleme aldığı Tell
me I'm Here adlı kitaptır. Bu kitap sonradan beyaz perdeye de uyarlanmıştır.
Mark Vonnegut tarafından kaleme
alınan The Eden Express adlı kitapta bir şizofreni hastasının, hastalıkla
mücadelesi ve tedavi süreci konu edilmiştir. Şizofreninin konu edildiği bir
diğer kitap ise, Mikhail Bulgakov'un 1975 tarihli The Master and Margarita adlı
eseridir.
' Şizofreni ' - ( Kısa Film ) / ' Schizophrenia ' - ( Short Film )
TIKLA OKU !

John Forbes Nash, üniversite
yıllarında paranoid şizofreni semptomları göstermeye başlayan Amerikalı matematikçi.
1994 yılında Nobel Ödülü kazandı, 2001 yılında hayatı Akıl Oyunları adlı filmde
betimlendi.
D İ K K A T U Y A R I !
Yukarıdaki açıklamalar bilgi amaçlıdır.
Yazılanlar TIBBİ Uyarı ve Öneri değildir.
TIBBİ AMAÇLA KİŞİSEL OLARAK KULLANILAMAZ
* * *
3- MATRIX / MATRIX
Matrix Trailer HD (1999)
Matrix serisi, temel olarak Matrix, Matrix Reloaded ve
Matrix Revolutions olmak üzere 3 sinema filminden oluşur. Tüm filmler aynı
sanal dünyada geçer.
I-
İkinci Rönesans
Milenyum çağının ortalarında insanoğlu yapay zekaya can vermiş
ve tüm yükümlülüklerini makinelere devrederek yavaş yavaş tüketim toplumuna
dönüşmeye başlamıştır.Robotlar insanların verdiği tüm görevleri yerine
getirmekte fakat bu canlılardan saygı görmemektedir.Bir robot sahibine direniş
gösterir ve insan gibi bir zekaya sahip olduğu için insan gibi yargılanır.Dava
sonucunda o ve onun modelini imha etme kararı alınır ve robotlara karşı tam bir
saldırı başlar. Sosyal ortamdaki son robot çalışmaz hale geldikten sonra diğer
modeller birleşir ve dünya üzerinde bir noktada birleşerek kendilerinin
"01" olarak adlandırdıkları bölgede toplanırlar. Birkaç dönem sonra
üretip dünya pazarına sundukları cihazlar tüm gezegenin ekonomik dengesini
bozunca durumun ciddiyetini anlayan insanlığın tüm liderleri birleşir ve robotların
başlıca enerji kaynakları olan güneş'in karartılması kararını alırlar.
2- Savaş
Dünya atmosferine atılan sis bombası benzeri kimyasallarla
gezegenin hiçbir yeri güneş görmeyecek şekilde kapatılır ve arkasından
insanların taarruzu başlar.Fakat makineler onların aciz bedenlerinin
saldırısına hazırlıklıdır.Dev makine ordularıyla insanlığı yeryüzünden silen
robotlar savaş sonrası gözünü mazlumlara diker.
3
- Yeni Dünya Düzeni
Savaşta insanoğlunun bedenini derinden inceleyen makineler,
yok olan güneşin ardından yeni enerji kaynaklarına yönelir. Araştırmalarının
sonunda insan bedenindeki ısıyı füzyonun bir türüyle birleştirip elektrik
enerjisine dönüştürebilen makineler, buldukları üreyen ve kendini yenileyebilen
bu yeni enerji kaynağının beyinlerini insanlığın en mükemmel yıllarını içeren
Matrix adını verdikleri simulasyonla uyuşturarak bedenlerinden faydalanır ve bu
şekilde karşılıklı bir yaşam döngüsü oluşur.
4
- Matrix
Matrix programının tasarımcısı ( Architect
) ilk sürümlerde insan için tamamen kusursuz bir dünya kurar.Bu mükemmel
dünyaya inanmayan insanlar simulasyondan uyanmaya kalkışır.Tam tersi bir
dünyada ise insanlar simulasyonun içinde ölmektedir.Mimar güncelleştirmeler
sonunda en son 19.yüzyıl dünyasını inşa eder ve insan psikolojisini araştırmak
üzere programa Kahin ( The Oracle )
karakterini dahil eder. Yıllar içinde anormal insanların yeniden uyanmayı
denemesi ve bunların birleşerek sistemi çökertmesi riskine karşılık kahin
programa " Seçilmiş Kişi " ( The One ) senaryosunu entegre eder.
Programa göre seçilmiş, Matrixte üstün güçlere sahip olacak, ve insanları
matrix'ten kurtaracaktır.
5
- The One
Yüzyıllar süren Seçilmiş kişi döngüsünde kurtarılan
insanlar gerçek dünyada Zion
adını verdikleri yeraltı şehrini kurar ve insanlığı orada devam ettirirler.
Hovercraft benzeri uçan gemileriyle yeryüzüne yaklaşarak korsan sinyallerle
matrix'e geçici olarak yeniden girebilen zion insanları hayatlarını olası
savaşı durdurabilmesi ümidiyle seçilmiş kişiyi matrixte arayarak geçirirler.Bu
kaçak girişleri önlemek maksadıyla sisteme Ajan adı verilen matrix'e bağlı her
kişiliğe girip çıkabilen sistem temellerine uygun olarak güçlendirilmiş
programlar yerleştirilmiştir.Zionlular Matrix'te seçilmiş kişiyi ararken ayrıca
ajanlardan da kaçmak zorundadırlar.
6
– Döngünün Sonu
Kahinin uyanmayı deneyen insanları
temizlemek için, her iki tarafta tüm insanların ölümüyle sonuçlandığı bu
reset-loop çözümüne bir süre sonra kendi de razı olmamış ve son döngüde
seçilmiş kişiye yüklediği gücün aynısını Smith adlı bir ajanada yükleyerek
onları kendi haline bırakmıştır.Virüs gibi kendini kopyalayan smith tüm matrix'i
ele geçirir ve donanımsal olarak matrix'i kontrol eden makinelerede
bulaşmaya başlar.Virüs tehdidi altında olan makineleri kurtarabilecek tek
kişi ise o dönemdeki seçilmiş kişi olan Neo'dur.
7
- Barış
Makine şehrine giderek anlaşma yapan Neo, Matrix'e yeniden
girerek Smith ile karşılaşacak, fakat ona entegre edilmiş kodun kendisininkiyle
aynı olduğunu fark ettikten sonra virüsün kendisinede bulaşmasına izin vererek
onu ve kendini tamamen yok etmiş olacak, ve anlaşma gereği Makinelerle insanlık
arasındaki savaş sona erecektir.
Neo ya da Thomas A Anderson (d.
11 Mart 1968, Capital Şehri, Matrix hesabıyla), Larry ve Andy Wachowski
kardeşlerin yazıp yönettiği Matrix ve üçlemenin devam filmlerinde de yer alan,
Keanu Reeves'in canlandırdığı ana karakter.
Thomas Anderson, bir şirkette
maaş karşılığı diğer taraftan ise hacker olarak çeşitli programlar
üretmektedir. Başında Morpheus'un olduğu yasa dışı bir hacker grubu dikkatini
çekmektedir. Ancak bir gün Morpheus ve ekibi onu bulur. Morpheus, Anderson'dan
elindeki haplardan birini seçerek ya normal hayatına devam etmesini, ya da
hayatın gerçeklerini öğrenmesini ister. Anderson hayatın gerçeklerini öğrenmek
isteyince, uzun yıllar önce makinelerin yapay zekalarını insanoğluna karşı
çıkacak kadar güçlendiğini ve savaşa tutuştuğunu, insanların makineleri
durdurmak için yoğun nükleer silahlar kullanması sonucu gökyüzünün kara
bulutlarla kaplandığını ve savaşın makinelere karşı kaybedildiğini öğrenir.
Artık makineler insanları tıpkı bir pil gibi kullanmakta ve insan tarlalarında
onları yapay olarak yetiştirmektedir. İnsanlar beyinlerine doğrudan
bağlanılarak, kurgulanmış bir hayatı yaşamakta ve kimyasal bir küvet içinde
olmalarına rağmen yaşıyormuşcasına hissetmektedirler. Bu kurgusal hayat
gösteren programın adı Matrix'tir. Gerçekten bağımsız insanlar ise yerin çok
altında bir mağara şehri olan Zion'da kısılıp kalmışlardır. Morpheus gibi
liderler, kendilerini makinelere karşı zafere taşıyacak "seçilmiş
kişi" olan mistik bir önderi aramaktadırlar. Morpheus, Anderson'ın
seçilmiş kişi olduğuna inanır. Onu küvetten çıkararak Matrix'ten kurtarırlar.
Anderson adını Neo olarak değiştirir. Kendisi de zamanla seçilmiş kişi olduğuna
inanır. Matrix programı içinde insanların yapamadığı hızda ve güçte işleri
başarır. Makinelere karşı Matrix programı içinde kurduğu üstünlüğü, gerçek
hayattada başarır. Ancak Zion'un makinelerce işgal edilip yokedilmesini
engellemek için savaşın en sıkıntılı anlarında sevgilisi Trinity ile birlikte
yeryüzüne çıkarlar ve Matrix programının merkezi olan ana makinelere ulaşırlar.
Neo, Matrix'in kurucu programı ile Zion'un devamı için pazarlık yapar ve asi
program Ajan Smith'in yokedilmesi karşılığında Zion'un güvenliğini garantiler.
Kurucu programın denetiminde Matrix'e girer ve Smith'i yokeder. Ancak artık
kendisinin de vücudu iflas eder ve makineler onu makine şehrini içlerine doğru
götürürler.
. Laurence Fishburne….. Morpheus
Morpheus, Matrix filminin
kurgusal karakterlerinden biridir. Karakteri canlandıran oyuncu Laurence
Fishburne'dur.
Matrixteki Morpheus da
mitolojideki morpheus'dan esinlenilerek yaratılmıştır.Morpheus'un amacı kehanet
de bulunan seçilmiş kişiyi Matrix'te bulmak ve ona yardımcı olmaktır.
Nebuchadnezzar adlı geminin
kaptanıdır.
. Collin Chou…..Seraph
Matrix üçlemesinde kurgusal kahraman. Seraph,
Matrix tarafından yazılmış ve kendisini
korumakla görevlendirilmiş bir programdır. Sadece Neo'nun ve Seraph'ın ajanları yenebileceği söz
konusudur. Kahin, Mimar'dan
sonra Matrix'in ikinci sahibi ve çözülmesi güç olan bir programdır.
. Gloria Foster …..Kâhin
Kâhin, Matrix Serisi'nin üç filminde de yer
almaktadır. Kendisi aslında Ajan Smith gibi Matrix sisteminde yer alan bir
plânıprogramdır. Kâhin esasen Mimar tarafından Matrix'e yerleştirilmiş bir programdır. Çünkü Mimar tarafından daha evvelki oluşturduğu Matrix sürümleri çökmüştür. Bundan dolayı insan psikolojisini çözmek için Mimar, Kâhin programının Matrix'e eklemiştir. Yine Seçilmiş Kişi senaryosu da Mimar tarafından Matrix'e eklenmiştir. Mimar'ın şudur: Matrix'e karşı çıkan ve uyanmaya çalışan ve
Matrix sisteminden kurtularak gerçek dünyaya ulaşan insanlar Kâhin'in
yönlendirmesiyle Seçilmiş Kişi'yi bulmaya çalışacaklar. Kâhin'in
yönlendirmesinden dolayı gerçek dünyadaki insanlar Seçilmiş Kişi'nin Matrix'i
yok edip insanları kurtaracağına inanmaktadır. Gerçek dünyaki insanlar bundan
dolayı Matrix'in içinde Seçilmiş Kişi'yi aramakla uğraşırlar, ki son Seçilmiş
Kişi de Neo'dur. Mimar'ın Neo'ya esas biçtiği görev şudur: Gerçek dünyadaki
kişiler Matrix için tehlikeli olduğunda Zion'un yok edilmesi ve gelecekteki
uyanacak insanlar için yeni bir Zion inşaa etmesidir. Mimar, Neo'ya bunu kabul
etmediğinde Matrix'in ve insanlığın tamamen yok olacağını söylemiştir. Bu
senaryo daha evvel 5 kere yaşanmış, 5 kere Seçilmiş Kişi gelmiş, 5 kere
Zion'daki insanlar yok edilmiştir ve Neo bu döngüde 6. Seçilmiş Kişidir. Kâhin
bu senaryoda kehânetiyle insanların Seçilmiş Kişi'yi aramasını sağlamaktadır ki
bu görev de zaten ona Mimar tarafından verilmiştir. Üçüncü filmde farklı bir
bedene bürünmüştür (Esasen ilk iki filmde rol alan Gloria Foster şeker
hastalığı sebebiyle gerçek hayatta öldüğünden dolayı, mecburen karakter
değişmiştir). Buna, yaptığı bir seçimin sebep olduğunu söylemiştir. Kâhin'in
görevi Mimar'ın kurduğu düzeni bozmak gibi görünmektedir ki bu sayede
Matrix'ten uyanan insanlarKişi Seçilmiş Kişi'yi arasınlar ama esasen Kâhin'i de program olarak Matrix sistemine yerleştiren yine Mimar'dır. Kâhin'in ortaya attığı kehânet, Morpheus'un Neo'yu bulmasına sebep olmuştur. Morpheus'a göre o bir yol göstericidir. Filmde vurgulanan Kâhin karakterinin bir özelliği de şekeri çok sevmesidir ve sigara içmesidir. Neo, Mimar'la karşılaştığında Mimar - Kâhin - Seçilmiş ilişkisini ve hakikatini öğrenecektir. Son filmde Kâhin
Smith isimli eski ajan ama sonra da kendini çoğaltan bir virüsün hem Matrix hem
insanlığın tamamen yok olması için tehlikeli olmasını görmesi üzerine, Neo'nun
daha evvelki gibi Zion'un tekrar yıkılıp inşaa edilmesi döngüsü şeklide karar
vermemesi yönünde telkinde bulunmuştur. Bu sayede de Neo, Makinelerle anlaşmış,
onların Zion'un yok etmemesi karşılığında Smith'i yok etme yönünde karar
almıştır. Sonunda Smith'i yok etmiştir, bu sayede Matrix de kurtulmuş, Matrix'e
bağlı olan simülasyon dünyasındaki insanlar da kurtulmuş, gerçek dünyada yani
Zion'daki insanlar da kurtulmuştur. Filmin sonunda Mimar ile Kâhin karşılaşmış
ve Mimar "tehlikeli bir oyun oynadın" demiştir. Kâhin bundan sonra
Matrix'ten uyanan insanların Zion'a gitmesi konusunda söz istemiştir. Mimar da
"kendisinin insan olmadığını" (yani söz verdiği için kendisine güvenebileceğini
ima etmiştir).
Matrix serisi içindeki program ve makine listesi
Ajanlar
Ajanlar Matrix içinde
bulunan yapay zekâlı programlardır. Gerçek dünyadan gelenleri teşhis edip yok
etmek, son insan şehri Zion'a ulaşmak için gerekli erişim kodlarını elde etmek,
anormallikleri gidermek ve Matrix'in gerçek dünya olmadığını ortaya çıkaracak
her şeye karşı koymak için programlanmışlardır.
İlk ajanlar
Soldan sağa ajanlar:
Brown, Smith, ve Jones
Üç ajan; ilk film The
Matrix'de filmin hemen başında tanıştığımız, siyah takım elbise ve
gözlükleriyle. İçlerinden Ajan Smith'i serinin kalan filmlerinde de yer aldı.
. Paul Goddard…..Ajan
Brown
Ajan Brown (Paul
Goddard), serinin ilk filminde (The Matrix) Trinity'yi filmin başında çatıda
kovalayan ajandır. İlk filmin sonunda Ajan Smith'in yok olmasından sonra bir
daha gözükmez. İkinci filmden itibaren makineler ajanları(n sürümlerini)
yükseltmişlerdir. Bundan sonra yeni nesil ajanları görürüz. Ajan Brown kaynağa
geri gönderilip, sürümü yükseltilmiş ya da silinmiştir.
Agent
Jones (Robert Taylor) ilk filmin
ünlü tanıtım sahnesinde de yer alan, Neo ile bir ajanın ilk kez savaştıkları
sahnede oynayan ajandır (Bu sahnede yeni çekim teknikleri kullanılarak Neo'nun
en az ajanlar kadar hızlı hareket edip kurşunlardan kurtulması izlenir). Ajan
Jones'un da kaynağa geri dönmesi, sürümünün yükseltilmesi ya da silinmesi
kuvvetle muhtemeldir.
. Hugo Weaving…..Ajan Smith
Matrix
(ve üçlemenin devam) film(ler)inde yeralan, Hugo Weaving'in
canlandırdığı karakter.Anormallikleri
düzeltmek üzere çalışan bir bilgisayar programı iken
ilk filmde bozulup üçlü serinin diğer filmlerinde de (The Matrix Reloaded, The Matrix Revolutions) boy gösteren virüs
halini almıştır.
Ajan Smith (ilk film)
The Matrix'te Ajan Brown ve Jones'u Nebuchadnezzar'ın tayfası ele geçirme
görevini idare eden programdır. Bu ilk filmde Neo tarafından parçalanmıştır.
Lâkin yok edilmek üzere kaynağa döneceğine sürgün olmayı seçmiş ve Matrix'de
anormallik yaratmıştır. İkinci filmden itibaren bir ajan değildir, kendini
diğer program ve insanlara kopyalayan virüs hâline gelmiştir. Kâhin'e göre
Neo'nun dengeleyecisidir yani zıddıdır.
Yeni nesil ajanlar
Soldan sağa yeni nesil
ajanlar: Jackson, Johnson ve Thomson
İkinci filmle birlikte
ajanları(n sürümlerini) yükseltilmiştir. Artık daha kaslı yapılı ve eski
(sürümler)ine göre daha kuvvetlidirler. İkinci filmin başındaki çarpışmada yeni
sürüm oldukları ve yenmenin zor oldukları anlaşılır.
. Daniel Bernhardt …..Ajan
Johnson
Ajan Johnson (Daniel
Bernhardt), yeni nesil ajanların lideridir. Sadece ikinci filmde yer alır.
Karşılaştırma yapılacak olursa Ajan Smith'den daha başarılı olduğu kabul
edilmelidir. Morpheus ile otoyolda savaşmış ve Morpheus'a karşı üstünlük
kurmuştur.
GERÇEK Mİ DÜŞ , DÜŞ MÜ GERÇEK ?
Varoluşumuz kadar eski olan bu
soru Matrix filmiyle yine gündeme geldi.İlkçağ filozoflarından platon idealar
sistemi diye bir düşünce atmıştır ortaya. Bu düşünceye göre 5 duyu ile
algıladığımız nesneler gerçek değil, gerçeğin birer yansıması olan gölgelerdir.
Gerçeğe ulaşmak için akıl yürütmemiz gerekir. Platon bu düşünceyi yaklaşık 2400
yıl önce ortaya atmış ve daha iyi anlaşılabilmesi için mağarada yüzü duvara
dönük yaşayan bir esirin hikayesini anlatmıştır. Mağaradaki bu esir, dışarıdaki
gerçek nesnelerin yansıyan gölgelerini görüyordur bu duvarda. Gölgeleri gerçek
sanır. Oysa bu gölgeler asıl nesnelerin sadece birer yansımasıdır. Köle yüzü
hep duvara dönük olduğu için gerçek dünya hakkında ancak bu gölgelere bakarak
bir akıl yürütebilir. Tabii eğer gölgelerin gerçek olup olmadığından
şüphelenebilirse.Buradan yola çıkan Platon yaşadığımız dünyayı beş duyu ile
algılayan bizlerin de aynı durumda olduğunu ileri sürer. Beş duyu ile
algıladığımız nesnelerin işte bu gölgeler gibi sadece gerçeğin birer yansıması
olduğunu ileri sürer.
Bu hikayenin 2400 yıl önce
anlatıldığını söylemiştik. Ancak bugün bu hikaye beyaz perde de olsa hala
değişik biçimlerde anlatılıyor. Her ne kadar gelişen teknolojinin nimetlerinden
yararlanılarak bazı değişiklikler yapılsa da hikayenin özü yine aynı. Evet
Matrix den bahsediyoruz. 2400 yıl önceki platonun mağaradaki köle hikayesinin
çağdaş versiyonu. Hikayenin özü yine aynı, mağarada köle olduğunun farkına
varıp, özgürlüğe, gerçeği bulmaya, özüne ulaşmaya duyulan merak ve arzu.
Kültürümüzde de bu tür anlatılar
oldukça yaygındır. Tasavvufa göre tüm dünyadaki nesneler, aslında tanrının
birer yansımalarıdır. Asıl olan tanrıdır. Bizler dahil tüm varlıklar onun
farklı şekillere bürünmüş tezahürleriyizdir. Ve her varlık varoluşu gereği
özüne doğru akmak, onunla bütünleşmek arzusundadır. Akarsuların birleşerek
denize akmak istemeleri gibi. İşte tasavvufa göre de bu özünden kopuş ve
ayrılık bizi tıpkı platonun mağarasındaki köle gibi gölgeler dünyasının esiri yapar.
Yukarıdaki örneklerden sonra şu
soruyu sormak gerekir. Bizler bir düş dünyasında mı yaşıyoruz? Gerçek dediğimiz
elle tutup gözle gördüğümüz dünya, aslında gerçeğin bir yansıması olabilir mi?
Eğer bu saydıklarımızın, hiçbir bilimselliği olmayan saçmalıklar olduğunu,
masallar veya hikayeler olduğunu düşünüyorsanız, sıkı durun. Fizikte şuan
popüler olan 11 boyutlu evren teorisine göre, bu mümkün.
Şu an yaşadığımız evren 4 boyutlu
bir evren. En, boy, genişlik, ve zaman. Bir fotoğraftaki resim ise 2 boyutlu
sadece eni ve boyu var resmin kalınlık ve zaman yok. Nasıl ki 4 boyutlu evrenin
yansıması 2 boyutlu bir fotoğraf olabiliyor ise, 11 boyutlu evrenin yansıması
da, bizim yaşadığımız 4 boyutlu evrenimiz olabiliyor ünlü fizikçi Hawking'e
göre.
Pek iyi bu ve benzeri bazı hikayeler niçin binlerce yıldır anlatılıyor, oynanıyor, filme çekiliyor olabilir acaba. Tarih içerisinde hemen her kültürün efsanelerinde masallarında, var olan ve özünde aynı konunun işlendiği bu ve benzeri hikayelerin kaynağı ne? Bu kültürler birbirlerinden habersiz, nasıl oluyor da benzer efsaneler, hikayeler, metaforlar yaratıyor ve benzer sorular sorabiliyorlar. Bu ortaklık yoksa bizim aynı bütünün-gerçeğin tezahürleri olduğumuza mı işaret ? Eğer gerçekten öyle ise, biz o bütünün gölgeleri olmuş olmaz mıyız? Son olarak bütün bunlar doğru ise ne için yaşıyoruz? Daha da kötüsü bütün bunlar birer saçmalıksa ne için yaşıyoruz...
Pek iyi bu ve benzeri bazı hikayeler niçin binlerce yıldır anlatılıyor, oynanıyor, filme çekiliyor olabilir acaba. Tarih içerisinde hemen her kültürün efsanelerinde masallarında, var olan ve özünde aynı konunun işlendiği bu ve benzeri hikayelerin kaynağı ne? Bu kültürler birbirlerinden habersiz, nasıl oluyor da benzer efsaneler, hikayeler, metaforlar yaratıyor ve benzer sorular sorabiliyorlar. Bu ortaklık yoksa bizim aynı bütünün-gerçeğin tezahürleri olduğumuza mı işaret ? Eğer gerçekten öyle ise, biz o bütünün gölgeleri olmuş olmaz mıyız? Son olarak bütün bunlar doğru ise ne için yaşıyoruz? Daha da kötüsü bütün bunlar birer saçmalıksa ne için yaşıyoruz...
FİLMİN PSİKO-SOSYAL ANALİZİ
Gösterime girdiğinde herkeste
büyük ilgi uyandırdı. TV. Programları yapıldı, yazıldı. Hatta bir felsefe
dergisinde ''Kırmızı hap mı ? Mavi hap mı ?'' diye kompozisyon yarışmaları bile
düzenlendi. Filmin bu kadar ilgi görmesini, kimileri hareketli sahnelere ,kimileri
ise taşıdığı dinsel temalara bağladı.
Bizce filmin bu kadar büyük ilgi
görmesinin altında yatan ana neden, bilinçdışının telafi edici yönü. Bilinçdışı
tehlikeyi her zaman olduğu gibi bizden önce fark etti. Ve bu filmin yazılması,
çekilmesi kaçınılmaz oldu. Gösterime girdiğinde ise bilinçdışımızın ihmal
edilmiş yönleri, bizi bu filme çekti. Pekiyi, neydi bu bilinçdışının ihmal
edilen yönleri? Ve bizi neye karşı uyarıyorlardı.
Serinin birinci filminde,
özellikle vurgulanan tek şey vardı
'' GERÇEK NEDİR ? '' ve '' UYAN ! ''
- Peki biz gerçekten uyuyor muyuz
?
- Gördüğümüz her şey aslında bir
yanılsama, bir düş mü ?
Eğer, dış dünyanın gerçekliğini
beş duyumuzla ( görme, işitme ,tat, koku ve dokunma ) test ediyorsak, beş duyumuz
,sadece sinirsel iletiyle beynimize ulaşan elektrik sinyallerinden ibaret.
Dolayısıyla gördüğümüz her şeyin bir yanılsama olması ihtimali mümkün. Ancak
biz bu tartışmayı, felsefecilere bırakıp, olayı somut dünyadan hareketle,
bilinçdışı içerikler açısından değerlendirmek istiyoruz.
Evet bugün biz bir düş dünyasında
değiliz, bir küvezde yaşamıyoruz ve başımızdan kollarımıza kadar kablolar yok.
Ancak, yaşadığımız dünyada kendi korunma reflekslerini oluşturmuş hakim
siyasal, ekonomik, kültürel bir yapı var. Ve bu yapı kendi devamlılığı için,
oluşturduğu ideal insan tipinin üzerinde yükseliyor. Hem de giderek artan bir
hızla. Yükseldikçe de ( Matrıx’ deki makineler gibi ) onu oluşturan insanın
kontrolünden çıkıyor.
Bu yapının insan doğasına ne
kadar uyduğunu ise günümüz insanının kalabalıklaştıkça yalnızlaşan, ekonomik
olarak kalkındıkça, ruhsal olarak dibe vuran yaşamına bakarak anlayabiliriz.
Kontrolden çıkan bu sistemimin
görünmez kabloları bize sürekli '' Mutlusun, terfi ettin, zengin bir adamla
evlisin, yeni bir araba aldın,okulu bitirdin '' demesine rağmen ta içimizde,
derinliklerimizde, tanımlayamadığımız, bizi rahatsız eden ve sürekli dönüp
duran bir şeyler var. Neo’ nun içinde dönüp duran ve onu sürekli rahatsız eden
o şey gibi. O şeydi Neo’ yu Morpheusa götüren . Ve yine o şey sizi bu yazıyı
buraya kadar okumaya iten.
Ancak Neo, varoluşsal yolculuğuna
, Morpheusa gitmekle değil, Kırmızı hapı seçmekle başlar. Morpheus ona yolu
gösterir , ancak seçimi Neo yapar ve tavşan deliğinin derinliklerine doğru
gizemli bir yolculuğa çıkar. Hem de geri dönülmez bir yolculuğa.
* * *
4- RADYO / RADIO
Radio - Movie Trailer ( 2003 )
Radyo,
Mike Tollin tarafından yönetilmiş 2003 Amerikan yapımı yarı biyografik, spor
içerikli bir drama filmidir. Gary Smith’ in 1996 yılında yazdığı "Someone to Lean On"
adlı romanından yola çıkılarak çekilmiş film. Film
T. L. Hanna Lisesi futbol koçu Harold Jones (Ed Harris) ve zihinsel özürlü
genç dostu, James Robert " Radyo " Kennedy (Cuba Gooding Jr.) ‘
nin gerçek hikayesi üzerinde
temellenmiştir. Debra Winger ve Alfre Woodard’ da bu filmin yıldız oyuncuları
arasında. Film dönem özelliklerini yansıttığı için yönetmen tarafından Walterboro, Güney Carolina çekilmiş.
KONU
Harold
Jones işinden başka bir şeyle ilgilenmeyen bir futbol koçu. James Robert
Kennedy ise daha çok Radio adıyla biliniyor. Zihinsel (Otistik) olarak ağır
olduğu için okumamış, çevresindeki insanların eğlence kaynağı. Bu iki insanın
yolları küçük bir kasabada kesişiyor. Ve ikisinin de kaderini değiştirecek bir
ilişki başlıyor.
OYUNCULAR VE KARAKTERLER
. Cuba Gooding Jr.….. James
Robert " Radyo " Kennedy
. Ed Haris…..Coach Harold Jones,
futbol koçu
. Debra Winger….. Bayan. Linda Jones
. S. Epatha Merkerson….. Maggie
Kennedy, Radyo'nun annesi
. Sarah Drew….. Mary Helen Jones
. Alfre Woodard…… Principal Danie
. Brent Sexton….. Honeycutt, basketbol
koçu
. Riley Smith…..Johnny Clay
. Riley Smith…..Johnny Clay
. Chris Mulkey….. Frank Clay,
Johnny' un babası
. Patrick Bren….. Tucker
FİLMİN PSİKO-SOSYAL ANALİZİ
“ Uyaran
Eksikliğiyle Başlayan ve Otizm İle Sonuçlanan Süreç “
ÇOCUKLARDA
UYARAN EKSİKLİĞİ
Teknolojinin
gelişmesi ile birlikte çocuklarımız anne - babalarından daha çok teknoloji ile
vakit geçiriyorlar. Televizyonlar, bilgisayarlar, tabletler, cep telefonları
artık çocukların oyuncakları haline geldi. Gününün çoğu zamanını bu şekilde
teknolojik aletlerle veya televizyonla geçiren çocuklarda uyaran eksikliği
görülüyor. Çocuk psikolojisi içinde özellikle 0 - 2 yaş çocuklarda görülebilen
uyaran eksikliğinde geç konuşma, asosyallik, iletişim problemleri gibi
belirtiler ortaya çıkıyor. Unutmamamız gereken en önemli husus esasında şu;
çocuklarımız teknoloji ile dünyaya gelmiyor, onları anne - babalar olarak biz
teknolojiye itiyoruz. İlgiden yoksun olan bu çocuklardaki duygusal boşluğu
teknoloji dolduruyor ve karşımıza uyaran eksikliği tablosu çıkıyor.
Dışarıdan
doğru bir şekilde uyaran almayan ve yeterli dış uyaranlar ile beslenemeyen
çocuk sosyal başarısızlık, konuşma güçlüğü, iletişim problemleri yaşamaya
başlıyor ve bu tablo otizme kadar gidebiliyor. Bu konuda ailelere çok önemli
görevler düşmekte. Çocuğu yeterli uyaranlarla besleyebilmek, sevgi ve ilgi
ihtiyacını karşılayabilmek, onunla kaliteli vakit geçirmek sağlıklı ve başarılı
bireylerin yetişebilmesi için en önemli gerekliliklerin başında geliyor.
OTİZM
Otizm üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal
etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol
açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. Bu belirtiler otizmi, Asperger sendromu
gibi daha hafif seyreden otistik spektrum bozukluğundan (OSB)
ayırır. Otizm kalıtımsal kökenlidir ancak kalıtsallığı oldukça karmaşıktır ve OSB’nin
kökeninin çoklu gen etkileşimlerinden mi yoksa ender görülen mutasyonlardan
mı kaynaklandığı çok açık değildir. Nadir vakalarda, doğum
sakatlıklarına neden olan etmenlerle yakından bağlantılıdır. Diğer
görüşlere göre ise çocuklukta yapılan aşılar gibi
nedenler tartışmalıdır ve aşı kökenli varsayımların ikna edici bilimsel
kanıtları yoktur.
Yakın dönem araştırmaları otizmin prevalansını
1.000 kişiye bir ya da iki vaka olarak tahmin eder, aynı araştırmalardaki
tahminlere göre OSB yaklaşık 1.000 kişide altı vakadır ve erkeklerde rastlanma
oranı kadınlara göre 4,3 kat daha fazladır. Otizm vakalarının sayısı
1980’lerden beri oldukça fazla oranda artmıştır. Bunun nedeni kısmen tanı koyma
yöntemlerindeki değişikliklerdir; gerçek prevalansın artıp artmadığı
anlaşılamamıştır.
Otizm beynin
birçok kısmını etkiler ama bu etkinin nasıl geliştiği çok iyi anlaşılamamıştır.
Ebeveynler genellikle çocuklarının yaşamının ilk iki yılında belirtileri fark
eder. Erken davranışsal ya da kavrayışsal müdahaleler çocukların kendine
bakabilme yetisi ile sosyal ve iletişimsel yetiler kazanmasına yardımcı
olabilir. Otizmin çaresi yoktur. Otistik çocukların çok azı erişkin olduktan
sonra bağımsız yaşamakta, bunlardan bir kısmı bunda başarılı olabilmektedir.
Bazılarının otizme bir çare aradığı, diğerlerinin de otizmin bir bozukluktan
çok bir durum olduğuna inandığı bir otistik kültür
ortaya çıkmıştır.
* Nesneleri sürekli olarak üs
tüste koymak ya da bir hizaya getirmek otizm belirtisi sayılabilir.
Sınıflandırma
Otizm ilk belirtilerini bebeklik
ya da çocukluk döneminde gösteren, ancak remisyon ya da relaps göstermeden
düzenli seyir izleyen bir beyin gelişme bozukluğudur.Bozulmalar beynin çeşitli
sitemlerinde olgunlaşma ile ilgili değişikliklerden kaynaklanır.Otizm, yaygın
sosyal etkileşim ve iletişim anormallikleri, aşırı kısıtlanmış ilgiler ve
oldukça fazla tekrar eden davranışlarla tanımlanan beş yaygın gelişimsel
bozukluktan (YGB) biridir.Diğer dört YGB arasında Asperger sendromu, belirtiler
ve olası nedenler açısından otizme en yakın olanıdır; Rett sendromu ve
çocukluğun dezintegratif bozukluğunun çeşitli belirtileri ortaktır ama
nedenleri farklı olabilir; başka türlü adlandırılamayan yaygın gelişimsel
bozukluk (YGB-BTA) ise ölçütler daha belirgin bir bozukluğu göstermediğinde
teşhis edilir.Asperger bozukluğunda otizmin aksine dil gelişiminde önemli bir
gecikme yoktur.Otizmin terminolojisi şaşırtıcı olabilir. Otizm, Asperger
sendromu ve YGB-BTA genellikle otistik spektrum bozuklukları (OSB) ya da bazen
otistik bozukluklar,olarak adlandırılabilirken otizm sıklıkla otistik bozukluk,
çocukluk otizmi, erken infantil otizmi ya da bebeklik otizmi olarak
adlandırılır. Bu maddede otizm klasik otizm bozukluğu için kullanılmaktadır
ancak bazı kaynaklar otizm tanımını OSB’den söz etmek için kullanır ya da OSB
ile YGB’yi bir tutar. OSB, göz temasından kaçınmak gibi otistiğe benzer kişisel
özelliklere sahip olan ama OSB’si olduğu kesin olmayan geniş otizm fenotipinin
bir alt kümesidir.
Otizm; sessiz kalma, zekâ özürlü
olma, durmadan el çırpma ya da sallanma gibi ciddi bozukluklar gösteren
bireylerden, etkin ama belirgin olarak sıra dışı sosyal yaklaşımlar gösteren,
çok dar ilgi odakları olan ve laf ebesi, bilgiçlik taslayan iletişimi olan daha
az bozukluk gösteren bireylere kadar çok geniş bir spektrumda kendini
gösterir.Bazen IQ eşiklerine ya da bireyin gündelik hayatında ne kadar desteğe
gereksinimi olduğuna göre sendrom düşük, orta ya da yüksek işlevli otizm olarak
bölümlere ayrılır ancak ölçütleri belirlenmemiş olan bu bölümlemeler
tartışmalıdır. Otizm bazen sendrom ve sendrom dışı olarak da ikiye ayrılabilir,
belirti gösteren otizm genellikle ciddi veya şiddetli zekâ geriliği ya da
tüberoz skleroz gibi fiziksel belirtileri olan doğuştan gelen sendromlarla
bağlantılandırılır.Asperger bozukluğu olan bireyler otizm bozukluğu olan
bireylere göre kavrama alanında daha başarılı olsa da Asperger bozukluğu,
yüksek işlevli otizm ve sendrom dışı otizmin çakışan noktaları çok açık
değildir.Bazı araştırmalar, dil ve sosyal becerilerde ilerleyememe yerine on
dört aylıktan sonra bu becerilerin kaybı ile otizm teşhisi konduğunu belirtmiştir.
Bu fenomen için regresif otizm, kötüleyen otizm ve gelişimsel duraklama gibi
çeşitli terimler kullanılmıştır. Bu ayrımın geçerliliği hâlâ tartışmalıdır;
regresif otizmin özel bir alttip olması mümkündür.
Özellikleri
Otizm tek bir belirtiden çok,bir
dizi belirti ile fark edilir. Ana özellikleri sosyal etkileşim bozuklukları,
iletişim bozuklukları, sınırlı ilgi ve yineleyici davranıştır. Atipik yemek
yeme gibi diğer özelliklere sıklıkla rastlanır ama tanı koymak için gerekli
değildir.Otizmin belirtileri genel popülasyon içinde tek tek görülür ama
patolojik şiddette belirtiler ile kişilik özelliklerini birbirinden kesin
hatlarla ayıracak kadar yüksek oranda bağdaştırılamaz.
Sosyal gelişim
Otizmi olan kişilerin sosyal
bozuklukları vardır ve sıklıkla, çoğu insanın farkına varmadan sahip olduğu,
diğer kişiler hakkındaki sezgilere sahip değildirler. Tanınmış otistik Temple
Grandin, nörotipiklerin sosyal iletişimini anlayamama yetersizliğinden ötürü
kendisini "Mars’ta bir antropolog gibi" hissettiğini söylemiştir.
Sosyal bozukluklar çocukluğun
erken dönemlerinde belirginleşir ve erişkinliğe doğru devam eder. Otistik
bebekler sosyal uyaranlara daha az dikkat eder, başkalarına çok daha az bakar
ve gülümser ve kendi adlarına çok az tepki verir. Otistik çocukların daha çarpıcı
normal dışı sosyal davranışları da vardır; örneğin çok az göz teması kurar,
ileriyi düşünen tavırlar gösterir ve başka bir kişinin eli ile oynayarak iletişim
kurmaya çalışırlar.Üç ile beş yaş arasındaki otistik çocuklar başkalarına
aniden yaklaşmak, duygulara karşılık vermek ve taklit etmek, konuşmadan
iletişim kurmak ya da sıra ile bir şeyler yapmak gibi sosyal kavrayışları daha
az sergilerler. Ancak, kendilerine bakan kişi ile bağ kurarlar.Normalden biraz
daha az güvenli bağlılık gösterirler ama bu özellik zekâ gelişimi daha fazla
olan ya da daha az şiddetli OSB’si olan çocuklarda görülmez.OSB’si olan daha
büyük çocuklar ve erişkinler yüz ifadesi ve duygu tanıma testlerinde daha kötü
sonuçlar alır.
Yaygın inanışın aksine otistik
çocuklar yalnız kalmayı tercih etmez. Otizmi olanlar için arkadaşlık kurmak ve
sürdürmek zor olmaktadır. Ne kadar yalnız olduklarını, arkadaşlarının sayısı
değil, arkadaşlıklarının kalitesi belirler.
OSB’si olan bireylerdeki
saldırganlık ve şiddet hakkında birçok hikâye anlatılır ama çok az sistematik
araştırma bulunmaktadır. Eldeki sınırlı sayıdaki veri, zekâ geriliği olan
çocuklarda otizmi saldırganlık, eşyalara zarar verme ve öfke nöbetleriyle
ilişkilendirir. Dominick et al. OSB’si olan 67 çocuğun ebeveyniyle yaptığı mülakat
sonucunda bu çocukların üçte ikisinin şiddetli öfke nöbetleri geçirdiğini ve
üçte birinin geçmişinde saldırganlık vakaları olduğunu belirtmiştir. Öfke
nöbetleri, geçmişinde dil öğrenme bozukluğu olan çocuklarda belirgin bir
şekilde daha yaygındır.
İletişim
Otizmi olanların üçte biri ile
yarısı arasında bir kısmı gündelik iletişim gereksinimlerini karşılayacak kadar
doğal konuşma becerisi geliştiremez.İletişimdeki farklılıklar bir yaşından
itibaren gözlemlenebilir. Bu farklılıklar, konuşmaya başlamadan önce anlamsız
sesler çıkarmaya başlama döneminin gecikmesi, sıradışı el hareketleri, azalan
heveslilik ve bakıcının sesine, senkronize olmayan tepkiler olarak sayılabilir.
İki ve üç yaşından sonra otistik çocukların daha seyrek ve daha az farklı
anlamsız sesler çıkardığı, sözcükler ve sözcük grupları söylediği, el
hareketlerinin sözlerle daha az bağlantılı olduğu gözlemlenir. Otistik çocuklar
daha az istekte bulunur ya da deneyimlerini paylaşır, çoğunlukla başkalarının
sözlerini tekrar ederler (ekolali) ya da kişi zamirlerini karıştırırlar.İşlevsel
bir konuşma için birleşik dikkat gerekli gibidir. Birleşik dikkat eksiklikleri
OSB’li çocukların farkedilmesini sağlayabilir.Örneğin, işaret edilen nesne
yerine işaret eden ele bakabilirler,ve sürekli olarak yaşlarına uygun olarak
deneyimleri hakkında " yorum yapmayı" ya da "paylaşmayı "
başaramazlar.Otistik çocuklar hayal gücüne dayalı oyunlarda ve sembolleri dile
çevirmede zorlanabilir.
Birkaç çalışmada yüksek işlevli
otistik 8-15 yaşındaki çocuklar kelime bilgisi ve heceleme gibi temel dil
görevlerinde kişisel olarak eşleştirildikleri kontrol denekleri ile aynı
performansı göstermiş, erişkinler ise daha iyi sonuç almıştır. Her iki otistik
grubu da, mecazi anlatım, anlama ve sonuç çıkarma gibi karmaşık dil görevlerinde
kontrol gruplarına göre daha kötü sonuçlar almıştır. Genellikle insanlar
başlangıçta temel dil yetilerine göre ölçüldüğü için bu araştırmalar otistik
bireylerle konuşan kişilerin çoğunlukla karşılarındakinin anlayabileceğinden
fazla şey anlayacağını düşünebileceklerini göstermektedir.
Yineleyici davranış
* Oyuncaklarını düzenli bir hat üstünde dizen,
otizmi olan küçük bir çocuk.
Otistik bireyler yineleyici ve
sınırlı davranışın birçok türünü gösterirler. Bunlar Gözden Geçirilmiş
Yineleyici Davranış Ölçeği’ne göre ( Repetitive Behavior Scale-Revised (RBS-R) şöyle
sınıflandırılır:
- Stereotipi el çırpma, kafa ve
vücut sallama gibi amaçsız hareketlerdir.
- Kompulsif davranış isteyerek
yapılır ve nesneleri belirli bir düzende dizmek gibi rutin kuralları izler.
- Tekdüzelik değişikliğe karşı
direnç göstermektir; örneğin mobilyaların yer değiştirilmesine karşı çıkma ya
da yaptığını yarıda kesmeye karşı çıkma gibi.
- Rutin davranış günlük
etkinlikleri her zaman aynı şekilde yapmaktır; örneğin aynı yemeklerin yenmesi
ya da aynı giysilerin giyilmesi gibi. Bu davranış, tekdüzelik ile çok yakından
ilgilidir ve bağımsız bir değerlendirme çalışması sonucu bu iki faktörün
birleştirilmesi önerilmiştir.
- Sınırlı davranış ilgi ve
etkinliklerde sınırlı olmaktır; örneğin tek bir televizyon programı ile
ilgilenmek gibi.
- Kendini yaralama kişiyi yaralayan
ya da kendini ısırma gibi yaralayabilecek hareketleri içerir.
Dominick et al.,
araştırmalarında OSB’si olan çocukların yaklaşık %30’unda kendini yaralama
davranışlarından etkilendiğini belirtmiştir.Otizme özel yineleyici bir davranış
yoktur ama yalnızca otizmde bu davranışlara çok sık rastlanır ve şiddetleri
daha fazladır.
Diğer belirtiler
Otistik bireyler, tanı konmasına
neden olmayan ama hem bireyi hem de ailesini etkileyen başka belirtiler de
gösterebilir.OSB’si olan bireylerin çok küçük bir kısmı, önemsiz bilgilerin
ezberlenmesinden, otistik savantların olağanüstü yeteneklerine kadar değişen
bir yelpazede sıradışı yetenekler sergiler.
Algısal uyaranlara karşı
alışılmadık tepkiler otistik çocuklarda daha yaygın ve belirgindir ancak
algısal belirtilerin otizmi diğer gelişim bozukluklarından ayırdığına dair yeterli
kanıt bulunmamaktadır.Bu tepkilere çocuklarda daha sık rastlanır: Otistik
yetişkinlerde görülmemesine rağmen, otistik çocuklarda dokunarak algılama
bozuklukları olduğunu gösteren birkaç çalışma vardır. Aynı çalışmalar otistik
erişkinlerin karmaşık hafıza ve fikir yürütme konularında daha çok sorunları
olduğunu göstermiştir; bu sorunlar yetişkinlerde daha belirgindir.Çeşitli
çalışmalar, kas güçsüzlüğü (hipotoni), kaba motor disfonksiyon (apraksi) ve
parmak uçlarında yürüme gibi değişik motor bozukluklara rastlandığını
göstermiştir; OSB’de şiddetli motor bozukluklar görülmez.
Atipik yeme davranışı OSB’si olan
çocukların dörtte üçünde görülür ve eskiden tanı koymada bir gösterge olarak
kullanılırdı. Seçicilik en yaygın sorundur, ama yeme ritüelleri ve yemeği
reddetmek gibi sorunlarda ortaya çıkabilir,bunlar yetersiz beslenme ile
sonuçlanmaz. Bazı otistik çocuklarda gastrointestinal (Gİ) semptomlar görülse
de otistik çocukların normalden daha fazla Gİ sorunları olduğunu destekleyecek
yeterli basılı veri bulunmamaktadır;çalışmalar çelişkili sonuçlar vermektedir
ve Gİ sorunları ile OSB arasındaki bağlantı tam olarak belli değildir.
Gelişimsel bozuklukları olan
çocuklarda uyku sorunlarının çok yaygın olduğu bilinmektedir, eldeki kanıtlara
göre OSB’si olan çocukların daha da fazla uyku sorunu bulunduğu görülmüştür.
Otistik çocuklar, uykuya dalmakta zorlanma, sık sık geceleri uyanma ve sabahları
erken kalkma gibi sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedirler. Dominick et al.
OSB’si olan çocukların üçte ikisinin uyku sorunları olduğunu belirtmiştir.
OSB’si olan çocukların
ebeveynlerinin stres düzeyleri çok yüksektir.OSB’si olan çocukların kardeşlerinin,
OSB’den etkilenen kardeşe daha büyük ilgi beslediği ve daha az çatışma içine
girdikleri belirtilmiştir. Bu kardeşler erişkin olduklarında kardeşlik
ilişkilerinin zayıflaması ve olumsuz sağlık sorunları yaşama riskleri
yüksektir.
Nedenleri
* Delesyon (1), duplikasyon (2) ve
inversiyon (3) otizm ile bağlantılı kromozom anomalileridir.
Otizm kalıtımsal kökenlidir ancak
kalıtsallığı oldukça karmaşıktır ve OSB’nin kökeninin çoklu gen
etkileşimlerinden mi yoksa ender görülen mutasyonlardan mı kaynaklandığı çok
açık değildir.İkizler üzerine yapılan araştırmalar, ortak çevre koşulları ve
başka genetik ya da tıbbi sendromlar olmadığı varsayıldığında, otizm riskinin
%90’ınından fazlasını kalıtsallığın açıkladığını gösterir. Tipik olarak, otizm
Mendel (tek gen) mutasyonu ya da Angelman sendromu veya frajil X sendromu gibi
tek kromozom anomalileri ile izlenemez ve OSB ile bağlantılı genetik
sendromların yalnızca OSB’ye yol açtığı da gösterilememiştir.Çeşitli genlerde
olan mutasyonlar arasında ya da çevre ile mutasyona uğramış genler arasında
önemli etkileşimler bulunabilir. Çeşitli genler bunlara aday olarak
saptanmıştır ancak her birinin etkisi kendi başına çok küçüktür. Ailelerinde
başka otistik olmayan otistik bireylerin çoğu, gen kopya sayısı varyantlarından
(Mayoz bölünme sırasında kendiliğinden oluşan delesyon ya da duplikasyonlar)
kaynaklanmış olabilir.Dolayısıyla, otizmin önemli bir miktarının kalıtsal
olması mümkündür ama kalıtımla geçmemiştir; yani ebeveyn genomunda otizme neden
olan mutasyonlar bulunmamaktadır.
Doğum kusurlarına yol açan
faktörler olan ve otizm riski ile bağlantılı tüm teratojenlerin, gebe
kalındıktan sonraki ilk sekiz hafta içinde etkilerinin görüldüğü
bildirilmiştir. Bu sonuç, otizmin daha sonra başlama ihtimalini dışarıda
tutmasa da otizmin gelişimin çok erken döneminde ortaya çıktığına dair çok
güçlü bir kanıttır.Çevresel nedenler ile ilgili kanıtlar bilimsel olarak
bulunmasa da detaylı araştırmalar yapılmaktadır.Otizmin oluşmasına ya da
kötüleşmesine neden olduğu ileri sürülen çevresel faktörler arasında bazı
besinler, bulaşıcı hastalıklar, ağır metaller, solventler, Dizel egzoz gazı,
PCBler, plastik ürünlerde kullanılan ftalatlar ve fenoller, pestisitler,
bromine alev geciktiriciler, alkol, sigara içme, yasadışı uyuşturucular, ve
aşılar bulunur.Ebeveynler çocuklarındaki otistik belirtilerin ilk olarak rutin
aşılanma sırasında farkına varsa da MMR aşısı anlaşmazlığı|MMR aşısı (kızamık,
kızamıkçık, kabakulak aşısı) ve otizm arasında nedensel bağ bulunmadığını
gösteren çok sayıda bilimsel kanıt bulunmaktadır.
İşleyişi
Yaygın araştırmalara rağmen
otizmin nasıl oluştuğu iyi anlaşılamamıştır. İşleyişi iki alana ayrılabilir:
Otizm ile ilgili beyin yapıları ve süreçlerinin patofizyolojisi ve beyin
yapıları ile davranışlar arasında bulunan nöropsikolojik bağlar.Davranışların
birçok patofizyolojisi olduğu görünmektedir
Patofizyoloji
* Otizm beynin birçok bölümünü
etkiler.
Otizmin beyin işlevsel
sistemlerinin çoğunu ya da tümünü etkileyen gelişimsel faktörlerden
kaynaklandığı ve beyin gelişimini bozduğu anlaşılmaktadır.Nöroanatomik
araştırmalar ve teratojenler ile olan bağlantılar, gebe kalındıktan kısa süre
sonra beyin gelişimini değiştirmesinin otizmin işleyişinde önemli rol
oynadığını göstermektedir.Bu yerel anomali beyinde, çevresel faktörlerin de
önemli derecede etkilediği bir dizi patolojik olguya yol açar.Her ne kadar
insan beyninin ana yapısı ile ilgili olsa da, hemen hemen tüm postmortem
araştırmalar aynı zamanda zekâ geriliği olan bireylerde yapıldığından sonuç
çıkarmak çok zordur.Beyin ağırlığı, hacmi ve kafa çevresi otistik çocuklarda
genelde daha büyüktür. Patolojik erken aşırı büyümenin hücresel ve moleküler
temelleri gibi aşırı büyümüş sinir sistemlerinin, otizmin karakteristik
belirtilerinin sebebi olup olmadığı bilinmemektedir. Güncel varsayımlar
şöyledir:
.Önemli beyin bölgelerinde yerel
aşırı bağlantıya neden olan nöron fazlalığı
.Gebeliğin başlarında bozulmuş
nöron göçü
.Dengesiz uyarıcı-kısıtlayıcı
ağlar
.Sinaps ve dendritik dalların
anormal oluşumu
Bağışıklık sistemi ve sinir
sistemi arasındaki etkileşimler embriyonik gelişimin başlarında başlar ve
başarılı bir sinir sitemi gelişimi dengeli bir bağışıklık sistemi tepkisine
bağlıdır. Otistik çocuklarda kötü ayarlanmış bağışıklık tepkileri ile uyumlu
çeşitli belirtiler olduğu, araştırmalarda belirtilmiştir. Sinir sisteminin
gelişiminin kritik dönemlerinde anormal bağışıklık sistemi aktivitesinin
OSB’nin bazı türlerinin işleyişinin bir parçası olabilmesi mümkündür.OSB’den
başka hastalıklarda görülen otoantikorlar patoloji ile bağlantılı değildir ve
OSB’de her zaman bulunmazlar.Dolayısıyla bağışıklık sistemi bozuklukları ile
otizm arasındaki ilişki net değildir ve tartışma konusudur.
Otizmde, özellikle kanda yüksek
serotonin düzeyleri gibi çeşitli nörotransmitter anomalileri tespit edilmiştir.
Bunların yapısal ya da davranışsal anormaliklere neden olup olmadığı belli
değildir.Ayrıca doğuştan metabolizma bozukluklarının bazıları otizm ile
ilşkilidir ancak muhtemelen vakaların %5’inden azında rastlanır.
Otizmin ayna nöron sistemi (ANS)
teorisi, ANS’nin gelişimindeki bozuklukların taklide engel olduğunu ve otizmin
ana özellikleri olan sosyal bozukluklara ve iletişim zorluklarına yol açtığını
ileri sürer. ANS, bir hayvan bir eylemde bulunduğunda ya da kendi türünden bir
hayvan aynı eylemi yaptığında işleyen bir sistemdir. ANS, başkalarının
eylemlerinin, niyetlerinin ve duygularının somut simülasyonu yoluyla
davranışlarını modellemeye olanak sağlayarak, bireyin başkalarını anlamasına
yardımcı olabilir.Bu varsayımı test eden birkaç çalışma, OSB’si olan bireylerin
ANS bölgelerinde yapısal anormallikler olduğunu göstermiştir. Asperger sendromu
olanlarda taklidin oluştuğu çekirdek devrede gecikme gibi bu anormalliklerin
varlığıyla birlikte, OSB’li çocuklarda azalmış ANS aktivitesiyle belirtilerin
şiddeti arasında bir bağıntı (korelasyon) olduğu gösterilmiştir.Ancak,
otistiklerin, ANS dışında bulunan birçok bölgelerinde de anormal beyin
aktiviteleri bulunur ve ANS teorisi otistik çocukların bir hedef ya da amaç
içeren taklit görevlerindeki normal performanslarını açıklamaz.
Otistik erişkinler üzerinde 2008
yılında yapılan bir araştırma, sosyal ve duygusal yönlendirme ile ilgili geniş
beyin ağı olan ön dikkat sisteminde işlevsel düzenin değiştiğini ama dikkati
toplama ve hedefe yönelik düşünme ile ilgili arka dikkat sisteminin bozulmamış
olduğunu göstermiştir.2008 yılına ait bir beyin görüntüleme araştırması,
singulat girusta OSB’li bireylere özgü bir dizi sinyal bulunduğunu ortaya
çıkardı.
* İşlevsel manyetik rezonans
görüntüleme otizmin bağlantı azlığı teorisini destekleyen bazı kanıtlar sağlar.
İşlevsel manyetik rezonans
görüntüleme otizmin bağlantı azlığı teorisini destekleyen bazı kanıtlar sağlar.
Otizmin düşük bağlantı teorisi,
otizmde üst düzey nöral bağlantıların ve senkronizasyonunun düşük
işlevselliğinin bulunduğunu ve bunların yanı sıra alt düzey süreçlerin de
fazlalığını varsayar.Bu teoriyi destekleyen kanıtlar otistik bireyler üzerinde
yapılan işlevsel sinir sistemi görüntüleme araştırmaları ile bulunmuştur.Bir
beyin dalgası araştırması da OSB’li erişkinlerin korteksinde yerel aşırı
bağlantı olduğunu ve frontal lob ile korteksin diğer bölgeleri arasında zayıf
işlevsel bağlantılar olduğunu göstermiştir.Diğer kanıtlar, düşük bağlantıların
korteksin her iki hemisferinde olduğunu ve otizmin assosiasyon korteksinin bir bozukluğu
olduğunu gösterir.
Nöropsikoloji
Otistik beyinler ve
davranışlar arasındaki bağlantılar arasında iki ana bilişsel teori kategorisi önerilmiştir.
İlk kategori sosyal
kavramada görülen eksikler üzerine yoğunlaşır. Aşırı sistemlilik varsayımına
göre otistik bireyler sistematik davranışlarda
bulunabilir yani içsel olaylarla başaçıkabilmek için içsel hareket kuralları
geliştirebilir ama diğer faktörler tarafından oluşturulan olaylarla
başaçıkabilmek için empati yapmakta daha az başarılıdırlar. Bu
varsayım aşırı erkek beyni teorisini genişletir. Bu teori, otizmin, psikometrik
olarak empatiden çok sistematikte başarılı olan
bireyler olarak tanımlanan erkek beyninin aşırı bir durumu olduğunu varsayar.
Bu da daha önceki zihin teorisi ile ilişkilidir. Zihin teorisi, otistik
davranışın, bireyin zihinsel durumlarını kendisine ya da başkasına yükleme
yetisinin olmamasından ortaya çıktığını varsayar. Zihin teorisi, başkalarının
güdüleri hakkında yorum yürütme ile ilgili Sally ve Anne testine otistik çocukların
verdiği atipik cevaplarla desteklenir ve otizmin ayna nöron sistemi teorisi ile
örtüşür.
İkinci kategori
sosyallik dışı ve genel süreçler üzerine yoğunlaşır. Kendini yönetme sistemi
fonksiyon bozukluğu teorisi otistik davranışın esneklik, planlama ve diğer
yönetsel fonksiyonlarda bulunan eksikliklerden kaynaklandığını varsayar.
Teorinin güçlü yanı stereotipik davranışları ve sınırlı ilgiyi öngörmesidir; zayıf
yanı ise küçük otistik çocuklarda yönetsel fonksiyon bozukluklarının
bulunmamasıdır.Zayıf merkezî
tutarlılık teorisi, büyük resmi görmede sınırlı yeteneğin otizmin
merkezî bozukluğunun temelinde yattığını varsayar. Teorinin kuvvetli bir yanı,
otistik insanların performansındaki zirveleri ve özel yetenekleri
öngörmesidir.Bağlantılı bir teori olan genişlemiş algısal fonksiyon teorisi,
daha çok otistik bireylerde yerel olarak yönlenmiş ve algısal
işlemlerin üstünlüğü üzerine yoğunlaşır.Bu teoriler otizmin düşük bağlantı
teorisi ile örtüşür. İki kategori de kendi başına tatmin edici değildir; sosyal
bilişim teorileri otizmin katı ve yineleyici davranışını kolayca açıklayamaz,
sosyallik dışı teoriler de sosyal bozukluğu ve iletişim zorluklarını
açıklamakta zorluk çeker. Karşılaşılan bozuklukların çoğu üzerine kurulmuş
birleşik bir teori daha yararlı olabilir.
Tarama
OSD’si olan çocukların
ebeveynlerinin yaklaşık yarısı çocuklarının sıradışı davranışlarını 18 aylıktan
itibaren, yaklaşık beşte dördü de yaklaşık 24 aylıktan itibaren
farkederler.Tedaviyi geciktirmek uzun süreli sonuçlarda etkili olacağından,
aşağıdaki belirtilerden herhangi birini gösteren çocukların bir uzman
tarafından zaman geçirmeden değerlendirilmesi gerekir:
- 12
aylığa gelindiğinde çocuğun hiç gevelemeye başlamaması.
- 12
aylığa gelindiğinde el işaretlerinin yokluğu ( parmakla gösterme, el
sallama, vb.)
- 16
aylığa gelindiğinde tek bir kelime bile edilmemesi.
- 24
aylığa gelindiğinde hiç kendiliğinden iki kelimelik konuşma olmaması ( ekolali
dışında.)
- Herhangi bir yaşta dil ya da sosyal becerilerden herhangi birinin kaybı.
American Academy of
Pediatrics (Amerikan Pediatri Akademisi)
tüm çocukların, 18 ve 24 aylık doktor muayeneleri sırasında otizme özel tarama
testleri ile OSB için taranmasını önermektedir.Buna karşılık UK National
Screening Committee (Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Taraması Komitesi),
tarama araçlarının tamamen onaylanmadığı ve etkinlikleri için yeterli kanıt
bulunmadığı için genel popülasyonda OSB taraması yapılmamasını önermektedir. Tarama
araçlarının arasında Modified Checklist for Autism in Toddlers (M-CHAT)
(Yürüme çağındaki bebeklerde otizm için değiştirilmiş kontrol listesi), Otistik
Özellikler için Erken Tarama Anketi ve İlk Yıl Envanteri gibi araçlar bulunur.
M-CHAT ve öncülü CHAT hakkındaki ilk veriler, 18-30 aylık çocuklarda, en iyi
klinik ortamlarda kullanıldığını ve düşük hassasiyeti (çok yanlış negatif) ama
iyi belirliliği (düşük yanlış pozitif) olduğunu göstermektedir.Bir kültürün
normlarına göre (örneğin göz teması normları), geliştirilmiş tarama araçları
farklı bir kültürde kullanıldığında uygun olmayabilir.Otizm için genetik tarama
henüz pratik değildir.
Tanı
Otizm tanısı, nedenine
ya da işleyişine göre değil, davranışlara göre yapılmaktadır. DSM-IV-TR’de
otizmin toplamda en az altı belirti gösterdiği tanımlanır; bu belirtilerin en
az ikisi sosyal etkileşimde nitel bozukluk, en az bir tanesi iletişimde nitel
bozukluk ve en az bir tanesi de sınırlı ve yineleyici davranış olmalıdır. Örnek
belirtiler arasında, sosyal ve duygusal karşılıklılık eksikliği, dilin
stereotipik ve yineleyici kullanımı ya da idiosinkratik (kişiye özgü) dil
kullanımı ve nesnelerin parçaları ile ısrarlı olarak ilgilenme bulunur. Sosyal
etkileşimde, sosyal iletişimde kullanılan dilde ya da sembolik ve hayalî
oyunlarda görülen anormallikler ve gecikmelerin ortaya çıkışı üç yaşından önce
olmalıdır. Ne Rett sendromu ne de çocukluğun dezintegratif bozukluğu bu
belirtileri daha iyi açıklamamalıdır.ICD-10
hemen hemen aynı tanımlamayı kullanır.
Tanı koymak için
çeşitli araçlar bulunur. Bunlardan, otizm araştırmasında sıklıkla kullanılan
ikisi ebeveyn ile görüşmeden oluşan Otizm Tanı Görüşmesi – Gözden
Geçirilmiş (ADI-R) ve çocuk ile etkileşim ve gözlemi içeren Otizm Tanı Gözlem Ölçeğidir. Çocukluk Otizmini
Derecelendirme Ölçeği (CARS) klinik ortamlarda çocuğu gözlemlemeyi
temel alır ve otizmin şiddetini belirlemek için yaygın olarak kullanılır.
Çocuk doktoru
genellikle çocuğun gelişim tarihçesini alarak ve çocuğu fiziksel muayeneden
geçirerek bir ön inceleme yapar. Eğer izin verilirse, tanı ve değerlendirmeler
OSB uzmanlarının yardımıyla yapılır. Bunun için standart araçlar kullanılarak
bilişsel, iletişimsel, ailevi ve diğer faktörler değerlendirilir ve
gözlemlenir, ayrıca bağlantılı tıbbi durumlar göz önüne alınır. Bu aşamada OSB
için ayırıcı tanı, ayrıca zekâ geriliği, duyma kaybı
ve Landau-Kleffner sendromu gibi bir gelişimsel dil bozukluğunu
da içermelidir.OSB için bazen 14 aylık iken tanı konabilir ama tanı ilk üç yaş
için giderek daha kararlı olur. Yani bir yaşında OSB tanı kriterlerine uyan bir
çocuğun, üç yaşında bu kriterlere uyan bir çocuğa göre yaşamının ileriki
dönemlerinde bu belirtileri göstermeme olasılığı daha fazladır. Birleşik
Krallık’ta National Autism Plan for Children (Çocuklar İçin Ulusal Otizm
Planı) ilk şikâyetlerden itibaren tanının konması ve değerlendirme için en çok
30 hafta süreyi önerir ama uygulamada çok az vaka bu kadar hızlı
değerlendirilebilir. ABD’de 2006 yılında yapılan bir araştırma bir uzman
tarafından yapılan ilk değerlendirmenin ortalama 48 aylık iken yapıldığını ve
resmî OSB tanısının ortalama 61 aylık iken, yani ortalamada 13 aylık bir fark
ile konulduğunu göstermektedir. Bu süreler önerilen sürelerin çok üzerindedir.
Medikal genetik
değerlendirmeler, özellikle diğer belirtiler genetik bir neden olduğuna işaret
ediyorsa, OSB tanısı konduktan sonra sıklıkla yapılır. Her ne kadar genetik
teknoloji, klinik genetikçilerin vakaların tahmini %40’ını genetik
nedenlere bağlamasına olanak verse de, ABD ve Birleşik Krallık’ta fikir birliği
yönergeleri yüksek çözünürlüklü kromozom ve frajil X testi ile sınırlıdır. Yeni
genetik testler ortaya çıktıkça, çeşitli etik, yasal ve sosyal sorunlar ortaya
çıkacaktır. Otizmin genetik karmaşıklığı göz önüne alındığında, testlerin
piyasaya çıkması, bu test sonuçlarının nasıl kullanılacağının anlaşılmasından
önce olacaktır. Metabolik ve sinir sistemi görüntüleme
testleri bazen yararlı olur ama rutin olarak kullanılmazlar.
Marjinal vakalarda,
otizm varken tanı konulamaması ya da yanlışlıkla otizm tanısı konması sorunları
ile karşılaşılabilir. Son zamanlarda artan OSB vakalarının nedeni de tanı
uygulamalarında yapılan değişikliklerdir. İlaç ile tedavi seçeneklerinin
tanınırlığının artması ve sağlanan yararların genişlemesi OSB tanısının
konmasını teşvik etmiş, dolayısıyla da belirgin olmayan belirtileri olan
çocuklara da otizm tanısı konmuştur. Buna karşın, tarama ve tanı koymanın
maliyeti ve bunun karşılanmasının zorluğu tanı konmasını geciktirmekte ve
engellemektedir.Görme kaybı olanlarda otizm tanısı koymak oldukça zor
olmaktadır çünkü hem tanı kriterlerinin bir kısmı görme ile ilgilidir hem de
yaygın körlük belirtileri ile otizm belirtilerinin bazıları örtüşür.
Psikopatolojiler
Otizm ile birlikte hasta
üzerinde oluşan çeşitli psikopatolojiler şunlardır:
- Aleksitimi
(duygu körlüğü): Duygu algılama zaafı fazladır.
- Dikkat:
dış uyarılardan kaynaklanan dürtüsellik ve hiperaktivite
- Kromozom:
kromozom anormallikleri vardır.
- Depresyon,
Fobik
bozukluklar, post-travmatik stres bozuklukları, OKB'ler, yemek
yeme bozuklukları, uykusuzluk gibi çeşitli ek sorunlar hastada yaygın
olabilir. Burda erken tanı çok önemli kılmaktadır.
- Epilepsi,
bu durum kendiliğinden defalarca bilinmeyen bir nedenle değil, en az iki
nöbet meydana geldiğinde anlaşılır.
- Frajil-X
sendromu:
- Öğrenme
bozukluğu, özel beceri ve açıkları ile karakterize bir neuropsycholgisches
sendromu.
- Prosopagnosia
(yüz körlüğü): hasta tanıma zorluğu ile karşı karşıyadır. Buna gördüğü
bireyleri tanıma zorluğu çeken otistik bireylerde ilave edilebilir.
- Tourette sendromu Tic görünümü
ile karakterize bir nöropsikiyatrik durumdur.
- Tuberoskleroz
ve malformasyonlar ve beyin, deri değişiklikleri tümörleri genellikle iyi
huylu tümörler diğer organ sistemleri ile ilişkili sık epileptik nöbetler
ve zihinsel engelli tarafından klinik olarak karakterize genetik bir
hastalıktır.
Başa çıkma
Tedavinin ana amaçları,
ilgili bozuklukları ve ailenin çektiği sıkıntıyı azaltmak ve yaşam kalitesi ile
işlevsel bağımsızlığı artırmaktır. En iyi tedavi yöntemi diye bir şey yoktur ve
genellikle tedavi çocuğun gereksinimlerine göre ayarlanır. Küçük yaşlarda yoğun
ve sürekli eğitim programları ve davranış terapileri çocukların kendine
bakabilme, sosyal ve iş yetileri kazanabilmesine yardımcı olur ve sıklıkla
işlevselliği artırır, belirtilerin şiddetini ve uyumsuz davranışları azaltır. İki
ile üç yaş arasında müdahale etmenin çok önemli olduğu iddiaları
kanıtlanamamıştır. Geçerli yaklaşımlar arasında uygulamalı davranış analizi,
gelişimsel modeller, yapısal öğretme, konuşma ve dil terapisi, sosyal yetiler
terapisi ve ergoterapi bulunur. Eğitsel müdahalelerin çocuklar üzerinde biraz
etkili olduğu görülmüştür, yoğun uygulamalı davranış analizi tedavisinin
okulöncesi çocuklarda toptan işlevliliği artırdığı gösterilmiştir ve küçük çocukların entelektüel
performanslarını geliştirmek için yararlıdır. Erişkinler için uygulanan
programların etkinliği üzerine yapılmış olan sınırlı araştırmalar farklı
sonuçlar gösterir.
OSB ile ilgili
sorunları tedavi etmek için birçok ilaç kullanılmaktadır. ABD’de OSB tanısı
konan çocuklardan yarısından fazlasına psikotrop ilaçlar
ya da antikonvulsanlar reçete ile verilmektedir,
bunların arasında en yaygın ilaç sınıfları antidepresanlar,
stimülanlar
ve antipsikotiklerdir.
Antipsikotiklerin dışında, OSB’li erişkinler ve yeniyetmeler için ilaç
tedavilerinin etkinliği ve güvenliği üzerine yetersiz sayıda güvenilir
araştırma bulunmaktadır. OSB’li bir kişi ilaçlara atipik tepkiler verebilir,
ilaçların ters etkisi olabilir ve
bilinen hiçbir ilaç otizmin ana belirtileri olan sosyal ve iletişimsel
bozuklukları dindirmez.
Birçok alternatif
terapi ve müdahale yöntemi bulunsa da, bunların çok azı bilimsel araştırmalarla
desteklenmektedir. Tedavi yaklaşımlarının yaşam kalitesi
kapsamında çok az deneysel desteği bulunur ve birçok program öngörüsel
geçerlilik ve gerçek dünyaya uygunluk gibi konuları kapsamayan başarı ölçütleri
üzerine yoğunlaşır. Hizmet sağlayıcıları için bilimsel kanıtların, tedavi
programı pazarlama, eğitimi sağlama ve ebeveyn istekleri kadar önemli olmadığı
görülmektedir. Melatonin gibi birçok alternatif tedavi yönteminin, yalnızca
hafif ters etkileri olsa da 2008 yılında yapılan bir araştırmada kazein
kullanılmayan diyetin otistik çocuklarda önemli ölçüde kemiklerin ince olmasına
neden olduğu bulunmuştur, ve yanlış yapılan bir keleyşın terapisi sonucu
2005 yılında beş yaşında bir otistik çocuk ölmüştür.
Otizm tedavisi
pahalıdır ve doğrudan olmayan maliyet oldukça yüksektir. ABD’de yapılan bir
çalışma 2000 yılında doğmuş birisi için yaklaşık %10 tıbbi bakım, %30
fazladan eğitim ve %60 kayıp ekonomik verimlilik ile ortalama masrafın 3,2
milyon ABD doları olduğunu göstermiştir.Kamu destekli programlar genellikle herhangi bir çocuk için yetersiz kalmakta
ya da uygun olmamakta, tıbbi ya da terapi içerikli masraflar aileler için
ekonomik sorunlara neden olmaktadır.; ABD’de 2008 yılında yapılan bir çalışma
OSB’li çocukları olan ailelerin yıllık gelirinde ortalama %14’lük bir
kayıp olduğunu göstermiştir.Çocukluk döneminden sonra karşılaşılan ana konular
ise, evde bakım, iş eğitimi ve yerleştirme, cinsellik, sosyal yetiler ve miras
planlamasıdır.
Prognoz
Otizmin çaresi yoktur.
Çocuklar bazen yoğun bakımdan sonra, bazen bakım görmeden düzelebilmektedir ama
bunun ne kadar sıklıkta olduğu bilinmemektedir. Otistik birçok çocuğun sosyal
desteği, anlamlı ilişkileri, gelecekte iş olanakları yoktur ve kendi
geleceklerini şekillendiremezler. Her ne kadar ana zorluklar kalsa da çocukluk
ilerledikçe belirtiler ara sıra daha az şiddetli hâle gelir. Az sayıda yüksek
kaliteli araştırma uzun dönem prognoz üzerinedir. Bazı erişkinler iletişim yetilerinde
mütevazı oranda gelişme gösterir, ama bir kısmı da kötüleşir; orta yaştan
sonraki otizm üzerine hiçbir araştırma yapılmamıştır. Altı yaşından önce dil
yetisine ulaşma, IQ’su
50’nin üzerinde olma ve iş yetisi edinme, ilerisi için daha iyi sonuçlar
verebilmektedir; ama şiddetli otizmi olanların bağımsız yaşamaları pek mümkün
değildir. Birleşik Krallık’ta 2004 yılında yapılan bir araştırmada, 1980
yılından önce otistik tanısı konmuş ve IQ’su 50’nin üzerinde olan 68 erişkinin %12’sinin
önemli bir bağımsızlık kazandığını, %10’unun arkadaşları olduğunu,
çalıştığını ama biraz desteğe ihtiyacı olduğunu, %19’unun biraz bağımsız
olduğunu ama genellikle evde yaşadığını ve gündelik yaşamında önemli desteğe ve
bakıma ihtiyacı olduğunu, %46’sının OSB üzerine uzmanlaşmış kurumlarda
kaldığını ve çok sınırlı otonomileri olup önemli ölçüde destek gördüğünü
ve %12’sinin de hastanede bakım altında olduğunu göstermiştir. İsveç’te 78
erişkin üzerinde 2005 yılında yapılan ve düşük IQ’sü olanların da bulunduğu
araştırmada daha kötü bir prognoz çıkmıştır; örneğin yalnızca %4'ün
bağımsızlığını kazanabildiği görülmüştür. Kanada’da 2008 yılında okulöncesi
dönemde otizm tanısı konmuş 48 genç erişkin üzerinde yapılan araştırma
sonucunda, zayıf (%46), orta (%32), iyi (%17) ve çok iyi(%4) olarak çıkmış;
yalnızca %56’sının genellikle gönüllü ya da yarı zamanlı
işe girdiği görülmüştür. Tanı uygulamalarında değişiklikler ve etkin erken
müdahalenin artan kullanılabilirliği bu araştırmaların sonuçlarının yakın
zamanda tanı konmuş çocuklar için de geçerli olup olmayacağına açıklık
getirmemektedir.
Epidemiyoloji
* ABD’de bildirilen otizm
vakalarının sayısı 1996-2005 arasında önemli ölçüde artış göstermektedir.
Otizmin prevalansından kaynaklanan büyümenin ne olduğu bilinmemektedir.
En güncel araştırmalar otizmin prevalansını 1.000 kişiye
1-2, OSB’nin prevalansını da 1.000 kişiye 6 kadar tahmin etmektedir. Yetersiz
veri nedeniyle, bu rakamlar OSB’nin gerçek prevalansını az tahmin etmiş
olabilir.YGB-BTA OSB’nin büyük çoğunluğunu oluşturur, Asperger sendromu
yaklaşık 1.000 kişi için 0,3 kadardır ve diğer OSB türleri oldukça ender
görülür.Bildirilen otizm vakaları 1990’larda ve 2000’lerin başında oldukça
önemli oranda artış gösterdi. Bu artışın nedeni büyük oranda tanı
uygulamalarında, başvurulan modellerde, hizmetlerin ulaşılabilirliğinde, tanı
yaşında ve kamu bilincinde olan değişikliklere yorulabilir, yine de şu anda
tanımlanamamış çevresel faktörler gözardı edilmemelidir.Aynı dönemde otizmin
prevalansının artıp artmadığı bilinmemektedir. Prevalanstaki bir artış, genetik
üzerine yoğunlaşmaktan çok çevresel faktörleri değiştirmek için daha çok dikkat
edilmesi gerektiğini gösterecektir.
Otizm riski, çeşitli prenatal ve perinatal faktörlerle
bağlantılıdır. Risk faktörleri üzerine 2007 yılında yapılan bir araştırmada,
ilerlemiş annelik yaşı, ilerlemiş babalık yaşı ve annenin Avrupa ile Kuzey
Amerika dışında doğmuş olması gibi ebeveyn özellikleri ile de bağlantılar
bulunmuştur. Ayrıca düşük doğum ağırlığı, kısa gebelik süresi ve doğum
sırasında hipoksi gibi doğuma bağlı faktörlerin de bağlantısı olduğu
görülmüştür.
Otizm çeşitli diğer
durumlarla da bağlantılıdır:
Genetik bozukluklar: Otizm vakalarının yaklaşık %10-15’inin
nedeni tanımlanabilir Mendel (tek gen) mutasyonu, kromozom anomalileri ya da
diğer genetik sendromlardır ve OSB çeşitli genetik bozukluklarla bağlantılıdır.
Zekâ geriliği: Büyük Britanya’da 2001 yılında 26 otistik
çocuk üzerinde yapılan bir araştırma, %30’unun zekâsının normal düzeyde (IQ’su
70’in üzerinde) olduğunu, %50’sinin orta derece zekâ geriliğine, %20’sinin de
aşırı zekâ geriliğine (IQ’su 35’in altında) sahip olduğunu göstermiştir. Otizm
dışındaki OSB için bu bağlantı daha zayıftır: Aynı çalışma YGB-BTA ya da
Asperger sendromu olan 65 çocuğun yaklaşık %94’ünün normal zekâ düzeyine sahip
olduğunu göstermiştir.
Erkeklik: Erkek çocukların otizme yakalanma riski kız
çocuklardan daha yüksektir. OSB cinsiyet oranı ortalama 4,3/1’dir ve bilişsel
bozuklukla büyük değişiklik gösterir: zekâ geriliğinde 2/1, zekâ geriliği
olmadığında ise 5,5/1’dir.
Epilepsi: Bu durum, yaşa, bilişsel düzeye ve dil
bozukluğunun türüne göre çeşitlilik arz eder.
Çeşitli metabolik bozukluklar, fenilketonüri gibi, otistik
belirtilerle bağlantılıdır.
Tarihçe
Otizmin adı konmadan çok önce otistik semptomlar ve tedavisi
tanımlanmıştır. Martin Luther’in eserlerinde şiddetli derecede otistik
olabilecek olan 12 yaşında bir erkek çocuğun öyküsü vardır.Luther’in yazıcısı
Johannes Mathesius’a göre Luther çocuğun şeytan tarafından ruhuna girilmiş,
ruhsuz bir et parçası olduğunu düşünmüş ve boğulmasını önermiştir.1798’de
yakalanmış yabani bir çocuk olan Aveyronlu Victor, otizmin çeşitli
belirtilerini göstermiştir; tıp öğrencisi Jean Itard, sosyal bağlar kurmasına
ve taklit yoluyla konuşmasını sağlamaya yarayan davranışsal bir programla
çocuğu tedavi etmiştir.
Neo-Latin autismus sözcüğü İsviçreli psikiyatr Eugen Bleuler
tarafından şizofreninin belirtilerini tanımlarken 1910 yılında türetilmiştir.
Bleuler sözcüğü Yunanca autos (αὐτός, kendi anlamında) sözcüğünden türetmiş ve
kişinin kendisine olan hastalıklı hayranlığı anlamında kullanmıştır:
"Dışarıdan gelen herhangi bir etkinin dayanılmaz bir rahatsızlık vermesine
karşın hastanın fantezilerine otistik çekilmesi."
Otizm sözcüğü günümüzdeki anlamında ilk defa 1938 yılında
Viyana Üniversite Hastanesi’nden Hans Asperger tarafından çocuk psikolojisi
üzerine verdiği Almanca bir derste Bleuler’in "otistik psikopatlar"
terminolojisi ile kullanılmıştır.Asperger, günümüzde Asperger sendromu olarak
bilinen bir OSB türünü araştırıyordu, ancak bu sendrom çeşitli nedenlerden
ötürü 1981’e kadar ayrı bir tanı olarak tanınmamıştır.Johns Hopkins
Hastanesi’nden Leo Kanner 1943 yılında çarpıcı davranışsal benzerlikler
gösteren 11 çocuk hakkında yazdığı raporunda ilk olarak erken infantil otizm
terimini kullanmıştır. Kanner’in ilk makalesinde tanımlanan, özellikle
"otistik yalnızlık" ve "tekdüzelikte ısrar" gibi
özelliklerin hemen hemen tümü hâlâ otistik spektrum bozukluklarının tipik
özellikleri olarak görülmektedir. Kanner’in, terimi Asperger’den bağımsız
olarak kullanıp kullanmadığı bilinmemektedir.
Kanner'in otizm sözcüğünü tekrar kullanması yıllarca "
infantil şizofreni " gibi terminoloji karmaşasına yol açtı ve 20. yüzyılın
ortalarında çocuk psikiyatrisinin anne yoksunluğu üzerine yoğunlaşması,
otizmin, "buzdolabı annelere" çocuğun tepkisi olduğu gibi yanlış
kanılara yol açtı. 1960’ların sonundan başlayarak otizmin, yaşam boyu
sürdüğünü, zekâ geriliği, şizofreni ve diğer gelişimsel bozukluklardan farkını
ve ebeveynleri aktif terapi programlarına katmanın getirdiği faydaları
göstererek ayrı bir sendrom olduğu kabul edildi. 1970’lerin ortalarına kadar
otizmde genetiğin rolü üzerine çok az kanıt bulunmaktaydı ancak günümüzde
otizmin tüm psikiyatrik durumlar içinde en kalıtsal olanı olduğu
düşünülmektedir.
Ebeveyn organizasyonlarının ortaya çıkışı ve çocukluk OSB’si
hakkındaki sosyal stigmanın yıkılması ile birlikte OSB’nin etkileri, sınırları
ve tedavisi hakkında görüşler büyük ölçüde etkilenmiştir. Genel Ağ, otistik
bireylere başa çıkmakta zorlandıkları sözsüz işaretlerden ve duygusal
paylaşımdan bağımsız olarak çevrimiçi topluluklara katılmalarına ve uzaktan
çalışmalarına yardımcı olmuştur. Otizmin sosyolojik ve kültürel yönleri
gelişmiştir; topluluk içinde bazıları bir çare aramakta, diğerleri ise otizmin
varolmanın yalnızca başka bir yolu olduğuna inanmaktadır.
D İ K K A T U Y A R I !
Yukarıdaki açıklamalar bilgi amaçlıdır.
Yazılanlar TIBBİ Uyarı ve Öneri değildir.
TIBBİ AMAÇLA KİŞİSEL OLARAK KULLANILAMAZ
OTİZM ancak bu kadar
güzel anlatılır !
HAZIRLAYAN VE PROJEYİ YÖNETEN
Dr. Hakan DOLGUN (PhD)
Uzm.Pedagog
Konak & Hisar Anadolu İHL